- Yiğitseniz teker teker gelin lan!..
1 Mayıs'ın beni en çok etkileyen çığlıklarından biriydi bu.
Mecidiyeköy'deki bir gözaltı olayıydı. On kadar çevik kuvvet polisi, hiç de iri yarı sayılmayacak bir adamı "etkisiz" hale getirip akrep dedikleri araca sokana kadar akla karayı seçti. Çünkü adam direniyordu. Bir yandan da "Ne vuruyorsunuz?" diye bağırıyordu. Polisler hınçla hep birlikte üzerine çullandılar. Üniforma yığınının arkasında artık göremediğimiz adamdan bir çığlık yükseldi:
- Yiğit misiniz siz? Öyleyse teker teker gelin lan!..
Biraz geride olayı izleyenlerden bazılarının ve kameraların saptadığı bu haberi sunan televizyon sunucusunun gülümsediğini fark ettim. Gülümsemenin nedenini merak ettim. Belki adamın direnişinden ve meydan okumasından hoşlandıklarını göstermek için. Belki bu sahneyi gülünç bulduklarından. Belki de şaşkınlıklarından...
Öyle ya, korkaklığın ve kalleşliğin bu kadar olağanlaştığı ortamda böyle bir şey denir miydi hiç!..
* * *
- Erkekseniz teker teker gelin lan!
Bu cümle Kozan İki Haziran İlkokulu'nun arka bahçesinde sık sık telaffuz edilirdi. Kavgalarımız normaldi, sıradandı. Normal ve sıradan olmayan, tek başına bir çocuğun üzerine birden fazlasının gitmesiydi. Bu mertlik değildi. Hemen araya girer, güçsüz olanı korurduk.
Hatta küçük sınıflardan bir çocuğa büyük sınıflardan biri posta koydu mu, o da karşısında bizi bulurdu. Bu da mertliğe sığmazdı.
Biz eşit güçte olanların dövüşünden yanaydık ve bu durumda ne olursa olsun sonucu kabul ederdik.
Duvarın ya da ağacın arkasından aniden saldırmak, yalan söyleyip tuzak kurmak da olmazdı.
Kurallarımız belliydi.
Başka türlüsü onaylanmazdı. Başka türlüsüne biz "kalleşlik" derdik. Şimdi "orantısız güç" falan gibi laflar uydurmuşlar.
Erkek adam, erkek gibi dövüşürdü. En büyüğümüz 11-12 yaşındaydı. Ama erkektik, merttik...
* * *
İstanbul'a geldiğimde bu kurala pek uyulmadığını gördüm.
Yıllar sonra bir gün benimle aynı siyasi görüşleri paylaşan arkadaşlarla hep birlikte İstanbul Üniversitesi'ne gidiyorduk. Aniden bir karışıklık oldu. Arkadaşların çoğu, aniden karşımıza çıkan birinin üzerine çullandı. Yumruklar, tekmeler... Ben ne olduğunu hemen anlayamasam da karşı çıkmaya çalıştım. Ve sert bir azar yedim:
- Bu ve bunun gibiler kaç arkadaşımızı kurşunladı, kaçını dövdü, sakat bıraktı; biliyor musun sen?..
Sustum. Ama bu sahne içime sinmedi. Ne olursa olsun, bu yapılan mertçe değildi.
Sonraki yıllarda başka "kalleşlikler" de gördüm. Bazen aynı siyasi parti içinde farklı görüşler savunan ve yönetimi eleştirenlerin, çoğunlukça ve zehirli kelimelerle nasıl topluca "etkisiz" hale getirildiğine de rastladım. Benim de aynı duruma düştüğüm oldu.
Şu sonucu çıkardım: Güçler dengesinde zayıf duruma düşmek, azınlıkta kalmak, hayatın en temel sınavlarından biriydi.
İnsanların çoğu bu duruma düşmekten ölümüne korkuyordu. Onlar hep güçlünün ve çoğunluğun yanında yer almaya, en azından ona karşı çıkmamaya gayret ediyorlardı. En güçlü devletin müttefiki olmak, en güçlü liderin ve partinin taraftarı olmak, en güçlü futbol takımını tutmak, iş ve arkadaş ortamında en güçlü kişinin yanında durmak önemliydi, korunaklıydı, hiç emek harcamadan getirisi olabilecek "akıllıca" bir tutumdu.
Güçlüye ve çoğunluğa karşı çıkabilmek ise her şeyden önce sağlam bir karakter ve cesaret istiyordu.
* * *
"Türküm. Doğruyum. Çalışkanım. Yasam, küçüklerimi korumak..."
Küçükleri, güçsüzleri, azınlıkları korumak gerekiyordu. "Türk olmanın" gereği buydu...
Bu muydu?..
Galiba değildi.
Mertlik, Türk olmanın genetik bir sonucu değildi.
Evet, elbette tarihimiz "nice kahramanlıklar" ile doluydu... Doluydu da... Sayısız entrika, tuzak ve kalleşlikler de vardı aynı tarihin içinde...
Şimdi neredeyse "tarihimizin ana belgeseli" haline gelen Muhteşem Yüzyıl'a bakın bir. Koskoca Kanuni Sultan Süleyman'ın Pargalı İbrahim'i ve oğlu Şehzade Mustafa'yı nasıl öldürttüğünü izlemediniz mi?
Her ikisi de, hem ansızın hem de bir çok kişiyle düzenlenen saldırılar sonucu yok edildi. Kalleşçe...
Muhteşem Sultan'ın pek yakınında son nefeslerini vermeden önce bir çığlık bile atamadılar:
- Yiğitseniz teker teker gelin lan!..
* * *
1 Mayısta "orantısız bir güç kullanarak" üzerine saldıran on polise böyle bağıran adamı tanımıyorum. Ama mertlik ve kalleşlik üzerine belki de benzer görüşler taşıyoruz. Belki o da ilkokulda ancak eşit olanların dövüşünün adaletli olabileceğini öğrenmişti.
Ancak karşısındakiler aynı adaleti savunmuyordu. Aynı gün kadınlara da saldırıldı, yaşlılara da, çocuklara da. "Siviller", göstericilerin arasına girip üniformalı meslektaşlarına taş atarak entrikalar düzenledi. Birkaçı da, gözaltına aldıkları gençleri poşu takmaya zorlayıp fotoğraflarını çekerken kameralarca suçüstü yakalandı.
Mertlik yoktu yani. Kalleşlik vardı.
Aslında "orantısız güç" daha tepeden iniyordu. Devasa devlet çarklarını, sınırsız şiddet mekanizmalarını elinde tutan iktidar, kendisinden çok daha güçsüz olan işçilerin, aydınların, muhaliflerin Taksim'de toplanmalarını yasaklama kararı almıştı.
Bütün gücüyle çöktü İstanbul'un, Taksim'in üzerine. Ve elbette dediğini yaptırdı.
Başka türlü de olamazdı zaten. Güçler eşit değildi.
Asırlar boyunca güçsüz olanlar, muhalefet edenler, azınlıkta kalanlar (ister farklı ulustan olsunlar ister farklı din ve mezhepten, ister farklı siyasi görüşten olsunlar ister farklı cinsel yönelimden) her zaman aynı "orantısız" güçle bastırıldılar, ezildiler, kırıldılar.
Bu topraklarda mertlik, çocuksu ve aydınlık bir hayal olageldi hep. Kalleşlik ise yetişkin dünyasının vazgeçemediği karanlık bir alışkanlık.
@AksayHakan