Artık pek itibarı kalmamış işleriyle zavallı dolgun ücretlerini koruyabilmek için durmadan “bir şeyler” yaparak patronlarının ve iktidarın hoşuna gitmeye çabalayan kişilerle aynı meslektenmiş gibi görünmek bazen gerçekten insanın içini karartıyor. Devlet eliyle işlenen katliam sonucu 34 hayatın söndürülmesinden 19 ay sonra, bazı kurbanların yakınlarıyla bir araya gelen Başbakan Tayyip Erdoğan’ı “kızdırmayacak”, hatta mümkünse “memnun edecek” başlık ve haberler kullanmaya büyük özen gösteren gazetelerin hali içler acısıydı. Bir kısmı, Erdoğan sanki olaydan bir gün sonra bölgeye gitmiş ya da önemli bir şey olmamış gibi olağan bir görüşme/iftar haberi veriyordu. Diğerleri Başbakan’ın Uludere’de (Roboski) resmî bombalarla paramparça edilen bazı insanların yakınlarını dinlerken “duygulandığını”, “gözlerinin dolduğunu” özellikle vurgulayarak O’nun ne kadar içten ve hassas bir lider olduğunu öne çıkarmaya gayret ediyordu. Son zamanlarda birçok açıdan “sınır tanımayan gazetecilik”te iddia sahibi olduğunu hiperaktif bir çabayla ortaya koyan Takvim gazetesi ise, hiç sıkılmadan “Uludere çok mutlu” başlığını atabilmişti. Mehmet Ali Berber imzasıyla verilen haberde şöyle deniyordu: “Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Uludere'de hayatını kaybeden 34 sivilin aileleri ile bir araya gelişinin perde arkasına Takvim ulaştı. (…) Ankara'ya dönüşte görüşmeye giren Bakanlar Şırnak'tan memnuniyet içinde ayrılırken (…) dönem içinde ihmal edilen ailelerin acılarının hafifletilmesi ve sorunlarının çözülmesi için her türlü desteğin verilmesi kararı çıktı. Uludere ailelerinin, iftar nedeniyle mutlu oldukları belirtiliyor.”
Bu “gazetecilik” ile polemik yapmak şu anda pek anlamlı gelmiyor bana. Belki sadece şu fotoğrafı hatırlatmak yeter:
34 Uludere kurbanının yakınları daha önce de Başbakan'la görüşmek istemiş, ancak kabul edilmemişti. Şimdi, anlaşılan, bir “havaalanı açılışı vesilesi” ve Adalet Bakanı Sadullah Ergin ile BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın girişimleri sonucu, 26 Temmuzda görüşme mümkün olabildi. (Bu konuda Demirtaş'ın "olayın suçlusu olan iktidarla işbirliği yapma" gibi bir gerekçeyle suçlanması elbette haksızlık. Sonuçta barış sürecinin yürütülmeye çalışıldığı şartlarda diyalog girişimleri kuşkusuz yararlıdır. Ve umarız, hükümetle Uludere kurbanlarının yakınları arasında yeni görüşmeler olabileceği yolundaki haberler doğrulanır.)
Medyaya yansıyan bilgilere göre, Uludere'nin hâlâ yas tutmakta olan aileleri Başbakan'la "helalleşmeye" ve "olayı kapatmaya" değil, sorunlarını, eleştirilerini, hatta suçlamalarını, adalet taleplerini açıkça iletmeye gittiler.
Görüşmede Başbakan'ın üzgün olduğunu söylediği ve "gösterdiği", "olayın takipçisi olacakları" sözünü verdiği, 28 Aralık 2011'de bombalama emrini kesinlikle kendisinin vermediğini, Genelkurmay Başkanı'nın "bir kaza olduğunu" anlattığını dile getirdiği bildirildi. Başbakan'ın "silahlı kuvvetlerin operasyonları" ve "yargının gidişi" konusundaki sorulara ise ayrıntılı cevap vermekten kaçındığı veya sorumluluğu üzerinden atacak ifadeler kullandığı aktarılıyor.
İktidar olaydan sonraki ilk günlerdeki ve aylardaki özensiz ve sorumsuz söyleminden vazgeçmiş görünüyor. Ölenleri "kaçakçı" ve "terörist" gibi göstermek isteyen, tazminat konusunu vicdansızca öne çıkararak “parası neyse fazlasıyla verdik” türü bir yönteme baş vuran, Uludere'yi kürtajla kıyaslayan, kanlı olayın 500. günündeki anma etkinliğine giden kurban yakınlarına para cezası vermekten çekinmeyen ölçüsüz üslup terk edilmiş görünüyor.
Ancak yine de bu durum, trajediden 580 gün sonra tek bir sorumlunun bile ortaya çıkarılıp cezalandırılmadığı gerçeğini değiştirmiyor.
Burada can alıcı (ve vaktiyle gerçekten "can alan") soru şudur: - Peki, bombalama talimatını kim verdi? Erdoğan'ın cevabı sadece şu: - Talimatı ben vermedim! O halde kim? Kim?..
İstenirse bu bir günde ortaya çıkarılır. (Veya zaten çoktandır bilinen sorumlu veya sorumlular anında açıklanır.)
Ama anlaşılan Başbakan, iktidar mekanizmasındaki dengeler, Genelkurmay'la ilişkileri, kendi siyasi planları, barış sürecini yönetme kaygıları ve seçim kampanyasıyla ilgili öngörülerine bağlı olarak bu konuda şu anda adım atmaya hazır değil. Dahası büyük ihtimalle “özür dilemenin henüz zamanı değil” diye düşünüyor.
Oysa özür dilemenin zamanı dündü. Daha doğrusu 28 Aralık 2011'di. Bugün ortada çok ciddi ve Kürtleri derinden yaralayan bir gecikme vardır.
Üstelik barış süreci açısından Uludere çok önemli bir örnektir; burada içten ve sorumlu bir tutum alınırsa, süreç çok daha güvenli ve hızlı ilerleyebilir.
Belki de özgüveni tavan yapan Erdoğan, iç ve dış politikada aşırı derecede "ince ayarlar" ve "süper usta hamleler" konusunda derin bir yoğunlaşma içinde, ahlaki kıstasları ve sıradan insanların acılarıyla beklentilerini yeterince algılayamaz hale geldi. Bunun için tehlikeli bir gecikme ve fırsatları tepme eğilimi içinde.
Oysa hayat kendisine sürekli şans veriyor. Örneğin, Uludereli aileler ile görüşmesinden kısa süre önce, söz konusu korkunç hata nedeniyle kendisini eleştiren Ahmet Altan'ın "gazetecilik suçuyla" mahkûm edilmesi kararıyla ilgili olarak cesur ve sıradışı bir çıkış yapabilirdi. Ama o bunu yapmadı. Başbakan'la görüşmeye katılan bir anne şöyle diyordu: "Oğlumun 13 yaşında öldürüldüğünü söylediğimde Başbakan'ın gözleri doldu. Umarım bu hüznü sahte değildir”.
Bu kuşkuyu ve umudu paylaşanların sayısı herhalde hiç de az değildir. Yalnızca muhaliflerini değil, kendisine yakın kesimleri de defalarca hayal kırıklığına uğratmış olan Erdoğan'ın samimiyeti, bir kez daha zamanla test edilecek.
Ve hem barışın hem de demokrasinin güçlenmesi açısından, dünkü Yeni Şafak'ta Hilal Kaplan'ın yazdığı gibi, "AK Parti döneminde yaşanan en büyük adaletsizlik" olan "Uludere faciası"nın doğru biçimde geride bırakılması anahtar bir konudur.
@AksayHakan