Sineklerin Tanrısı adlı kitabı okudunuz veya filmi izlediniz mi?
Bindikleri uçak saldırıya uğrayan 6-12 yaşlarında bir grup çocuk bir mercan adasına sığınır. O cennet gibi adada, yetişkinler olmadan bir hayat kurmaya çalışan çocuklar, kısa süre içinde kendilerini acımasız ilişkiler içinde bulur. “İnsanın doğasındaki şiddet”, adanın zor koşullarıyla birleştiğinde ortaya dehşet verici sonuçlar çıkar.
Hem Nobel ödüllü yazar William Golding’in 1954’te yazdığı roman (Lord of the Flies), hem de 1963’te Peter Brook, 1990’da da Harry Hook tarafından çekilen aynı adlı film, şu gerçeği ortaya koyar: Çocuklar her zaman masum ve sevimli değildir, içlerinde başkalarına (doğaya, hayvanlara, insanlara, eşyalara) zulüm etme güdüsü vardır.
Bu güdü, ölümümüze kadar içimizde taşıdığımız ve engellemekle yükümlü olduğumuz bir kötülüktür. Güce dayanarak başkalarına zarar vermektir zulüm. Bundan kaçınmanın iki aracı vardır: Yasalar ve vicdan.
Yasalar “dış faktör”dür; şu ya da bu şekilde aşılabilir, atlatılabilir, farklı yorumlanabilir.
Vicdan ise içimizde, yüreğimizde, ruhumuzda olması gereken bir ahlaki değer ve güçtür. Elbette onu da aşabilir, atlatabilir, farklı yorumlayabilirsiniz. Ama buradaki yargı ve cezalandırma mekanizması büyük ölçüde kişiseldir; sizin sorununuz ve sorumluluğunuzdur.
“Dışımızda” ne değişiklikler olursa olsun (içinde yaşadığımız zaman, toplum, siyasi ve hukuki şartlar vs.) vicdanımızı temiz ve güçlü tutmak gibi bir görevimiz vardır.
Bunu yap(a)madığımız ve vicdanımızı terk ettiğimiz ölçüde, yalnızca başkalarının yaptığı zulme karşı duyarsızlaşmakla kalmayız, kendimiz de giderek daha sık zulme başvurmaya başlarız.
* * *
Bu dinsel üslubu andıran giriş için kusura bakmayın. Ben dindar biri değilim ve vicdan kavramının dine ait araçlarla güçlü kılınması kadar, dine dayandığı iddiasındaki söylem ve eylemlerle göz ardı edilmesinin de mümkün olduğunu düşünüyorum.
Özellikle de günümüzde.
Yalnızca siyasetten ve iktidardan söz etmiyorum. Elbette toplumu ve onun bireylerini en fazla etkileyen faktörlerden biri budur. Ama her şey demek değildir.
Şu halimize bir bakın. Hemen herkes bir barut fıçısı gibi. En ufak sorunda patlamaya hazırız.
Otobüs, minibüs, metro, metrobüs deyince aklınıza ne geliyor? Yalnızca bunların ulaşım aracı olduğu mu? Peki ya son zamanlarda bu ulaşım araçlarındaki saldırılar?
Mesela, şoför ve yolcu ölümüne kavgaya tutuşabiliyor. Ya da biri çıkıp şoförü bıçaklayabiliyor. Veya bir başkası aniden hiç tanımadığı şortlu bir kıza “uçan tekme” atabiliyor.
Bunlar “medyatik örnekler” diyebilirsiniz. Demeyin. Medyaya yansımayan, ama her gün karşılaştığımız benzeri şiddet olaylarını, en azından bu tür kıvılcımları hiç mi izlemediniz veya yaşamadınız?
Bir adım daha gidelim. Kendimize bakalım. Bizi rahatsız eden, hoşumuza gitmeyen, sevmediğimiz insanlarla ilgili tepkimiz ya da en azından içimizde hissettiklerimiz haddinden fazla şiddet odaklı değil mi?
Bugün birilerinden nefret etmek, düne göre çok daha kolay.
Nefret ettiğimiz kişilerin yolumuzdan çekilmesini, ortadan kalkmasını, yok olmasını istemek de öyle.
“Ölsün” (“gebersin”), artık dillerin ucuna iyice yerleşmiş bir dilek, daha doğrusu beddua oluverdi.
* * *
Yaşadığımız hayatta olup bitenleri ahlaki açıdan sorgulamayı bıraktık çoğumuz. İşin kolayına kaçıyoruz: “Düşmanlar” ne yapıyorlarsa kötü, “bizimkiler” ne yapıyorsa iyi olduğu kanısı yaygın.
Baştan safını belirlemek yetiyor. O kadar kolay her şey. Sonra her bir olay üzerine ayrıca düşünmek, kafa patlatmak, sorgulamak gerekmiyor.
Ya siyah, ya beyaz! Grinin hiçbir tonuna yer yok burada!
Toplumun yarısı, hayatını ve vicdanını tek bir kişiye teslim etmiş durumda. O ne derse ve ne yaparsa “sonuna kadar doğrudur”. (Bazen yaptıkları ve dedikleri, düne göre 180 derece değişse bile. “Olsun, biz onu sevdik bir kere, her zaman destekleyeceğiz.”)
Vicdan hiçbir anlaşmada ipotek olarak ortaya konulamaz. Tek bir kararla her şeyi kapsayamaz ve hiçbir gerekçeyle bir süreliğine devreden çıkarılamaz. “İnadına” diyerek otomatiğe bağlanamaz.
Vicdan, her bir olayın yürek süzgecinden geçirilmesini, empati yapılmasını, insanların zarar görme riskinin en aza indirilmesini zorunlu kılan sürekli bir ahlaki pusuladır.
Vicdan partili olamaz, siyasi davranamaz, taraftarlığı kabul edemez, sloganlarla yönlendirilemez.
Vicdan asla tek bir millete, dine, ideolojiye, siyasete ait olamaz.
Vicdan tek kişiliktir.
Böyle olmazsa her zaman zulme karşı çıkmayı başaramaz.
* * *
Yazının başlığını 3,5 yıl önce bir kez daha kullanmıştım.
O yazının kahramanı, Amerikalı bir barış gönüllüsü olan Rachel Corrie idi.
Daha 11 yaşındayken cesur sorular sormuştu:
"Neden her gün kırk bin çocuk ölüyor? Yırtılan ozon tabakası, ölen balinalar, kesilen ağaçlar... Ama bunların hepsinin önünde gelen şey, barış!.."
Hani küçük çocuklar büyük sözler eder de, büyükler onları gülümseyerek dinler ve sonra "aferin" der ya... Hani sonra her şey unutulur gider. Çünkü numaradır, oyundur bütün bunlar.
Ama Rachel söylediği sözlere inanıyordu. Bunu kanıtladı da. Hem de hayatıyla.
Uluslararası barış gözlemcisi olarak dünyanın ta öbür ucuna, Filistin'e gitti.
16 Mart 2003'te, İsrail güçleri Gazze Şeridi'ndeki Filistinlilerin evlerini yıkmak istediğinde, direnmek ve yalnız evleri değil, insan hayatlarını yıkıp parçalamaya gelen buldozerin önüne dikilmek gerek diye düşündü.
Ve 23 yaşındaki cılız bedeniyle o soğuk ve ruhsuz buldozerlerin önünü kesti.
Durmaz mıydı o çelikten canavarlar? Canlı bir hedefi tepeler geçer miydi? Bir kadını üstelik? Hem de Amerikan vatandaşını?
Buldozerler durmadı.
Vücudu ezildi, yüzü yırtıldı, oracıkta söndü gitti hayatı.
Ölmeden kısa süre önce “Acı veriyor dünyanın nasıl korkunç bir yere dönüşmesine göz yumuşumuza tanıklık etmek” diye yazmıştı.
Sessiz kalmak ve vicdanını susturmak ona göre değildi.
Rachel'den geriye kalan cümlelerden biri de, bu yazıya başlık oldu: “Zulüm bizdense, ben bizden değilim.”
O ne Hrıstiyan, ne Müslüman, ne Amerikalı, ne Arap, ne Türk, ne bir siyasi parti temsilcisi, ne genç, ne de kadındı...
O sadece bir insandı.
Cesur bir insan...
Vicdanlı bir insan...