Afet sıralamasında sel ve taşkınlar depremlerden sonra en fazla hasar ve can kaybına neden olan doğal olaylardır.
11 Ağustos 2021 tarihinde Kastamonu Bozkurt ilçesi içerisinden akan Ezine Çayı yoğun yağış nedeniyle üzerindeki köprüleri yıktı , kenarlarında yükselen beton duvarları aştı ve doğal yatağına inşa edilen binaları su altında bıraktı. 82 kişi öldü ve halen 15 kişi kayıp. Taşkın alanına yapılmış birçok bina yıkıldı ve ağır hasar aldı. Bu afetten bir yıl sonra 27 Haziran 2022 tarihinde yine Kastamonu İnebolu ve Bozkurt ilçelerinde ırmaklar taştı ve geniş çapta hasar oldu.
23 Haziran 2020 İstanbul Esenyurt'da yağış sonrası taşan dere, Pınar Mahallesi'nde bodrum katında yaşayan bir kişinin boğularak ölmesine neden oldu ve çevrede büyük maddi hasar yaptı. Haberlerde, Büyükçekmece Cumhuriyet Başsavcılığı dere yatağında bulunan bölgeye imar izni verildiği, sığınak olması gereken yerlerin dairelere çevrilerek kiraya verildiği, dere istinat duvarlarının delindiği iddialarıyla ilgili yetkililerin hazırlayacağı raporlar doğrultusunda ölümde sorumluluk tespiti için bilirkişi incelemesi yapılması talimatını vermiş olduğu belirtilmişti. Sonra bilirkişi ne yazdı, soruşturma ne oldu bilmiyoruz.
İki yıl sonra, 10 Temmuz 2022'de kuvvetli bir yağış sonrası Esenyurt'ta yine dere taştı ve aynı mahalleyi su bastı ve aynı bodrum katları ve işyerleri yine su altında kaldı. İstanbul Valiliği, 18 mahallede 134 konut, 15 iş yeri, 3 fabrika, 1 dernek binası ve 1 caminin zarar gördüğünü açıkladı.
Yakın zamanda yaşadığımız bu sel ve taşkın olayları ne ilk, ne de son olacaktır.
Üzerinde yaşadığımız bu yerkürenin bir doğal yaşam döngüsü var ve sürekli evrim geçiriyor. Evrende sabit duran bir şey yok. Nehirler, dağları aşındırarak ve yararak vadileri oluşturuyor ve bu vadilerden milyonlarca yıldır seller yaparak ve kendi taşkın alanlarını kullanarak akıyorlar. Biz yokken onlar oradaydı. 4.5 milyar yaşındaki dünya üzerinde milyonlarca yıl önce insan var olduğunda, doğa ona ne kadar yağmur ve kar yağması gerektiğini sormadı, sormayacak da. Bugün yerbilimciler o vadileri bilimsel yöntemlerle inceleyip, taşkın seviyesinin geçmiş yüzyıllarda hangi yüksekliklerde ve nerelere kadar ulaştığını bulabilecek becerilere sahipler. Araştırdığımızda, o nehirlerin 100'lerce hatta binlerce yıl önce nerelere kadar taştığını bulabiliyoruz. Yerbilimciler bunları araştırıp raporlara yazıyorlar. Ama, o bilgilerin ve bulguların farkında değilseniz, umursamazsanız ve rantın cazibesine kapılıp taşkın alanlarını belediye meclislerinde, bakanlıklarda imara açıp nüfusu o alanlara yığarsanız, bir gün o aşırı yağış size sel olarak gelir ve acı sonuçlar doğurur. Farkındalık eksikliği neden, afet sonuç olur.
10 Temmuz 2022'de Esenyurt'taki selde mağdur olan Emrah Dede basın mensuplarına şunları söylüyordu: "Burada komşularla en eski insanlarız. Bu bizim kaderimiz yani. Bizi kaderimize terk ettiler. Saat 00.30 gibi başladı. Alt katlarda önceki selde bu karşı binada bir kişi ölmüştü. Ondan sonra yasakladılar ama emlakçılar kiraya veriyorlar."
Derenin taşkın yatağı bilgisini nazım imar planına işlemeyip onay veren ilgili belediye meclisi, kurum ve bakanlıklar varken, taşkın alanında inşaatçıya ruhsat ve bodrum katına iskân veren yetkililer varken "kader" ne yapsın? Doğanın kendi döngüsü içerisinde tekrarlayan olaylar, bilgisizliğimizden veya umursamazlığımızdan insan kaynaklı afetlere dönüşüyor. Diğer bir deyişle, "olay doğadan, afet insandan".
Meteorolog Prof. Dr. Mikdat Kadıoğlu Twitter hesabından şöyle sesleniyor:
"Bu derenin önünü hemen açın, ya da artık afet, felaket vb diye ağlamayın. Ülkemizde taşkın yataklarını yeşil alanlara dönüştürecek yiğitler aranıyor. Gerisi lâfı güzaf, boş ve ranti işler. Yoksa artık her yağmur sel olacak, biz de boş boş konuşup duracağız."
Son Esenyurt taşkın olayı sonrası medyada en çok konuşulan kimin nerede tatilde olduğuydu. Bir dahaki taşkınlarda belediye başkanı ya da bakan tatilde olmasa bu sorun çözülmüş olacak mı? Kastamonu'yu, Bartın'ı, Rize'yi, İzmir'i, Esenyurt'u vb sel basmayacak mı? Taşkın yataklarını yeşil alanlara dönüştürecek belediyeler ve bakanlıklar görecek miyiz? Sel mağdurlarına yapılan yardımlar onları yeni sel baskınlarından kurtaracak mı? Her yıl yeniden yazılan afet risklerini azaltma strateji ve eylem planlarını ve Şehircilik Şurası kararlarını ne zaman uygulayacağız? Afetlerle ilgili sorunlarımızı kişiler üzerinde değil kurduğumuz yönetim ve yönetişim düzeni üzerinden tartışmamız gerekiyor.
Daha önce deprem, sel ve taşkın vb olaylar olmuş ve acı kayıplar yaşanmış şehirlerde sık sık benzer kayıplarla karşılaşıyorsak, afet risklerini azaltamıyoruz demektir. Derenin taşarak yakınındaki bir binanın bodrum katında ölüme neden olması, sonra aynı yerde sele maruz kalan bir başka kişinin canını zor kurtarması hem ironik hem de üzücü olayların yalnızca "aşırı yağış" veya "iklim değişimi" gibi nedenlere bağlanması inandırıcı bir açıklama olmuyor.
Raporlara göre dünyada 1970 ve 2000 yılları arasında orta ve büyük ölçekli afet sayısı yılda ortalama 90-100 civarındayken, 2001 ve 2020 arasında, bu tür olayların rapor edilen sayısı yılda 350-500'e yükseldi (Şekil 1). Şekilden de görüleceği gibi sel ve orman yangınlarında artış eğilimi var. Bu artışın iki nedeni var. Biri iklim değişimi, diğeri sel ve taşkın alanlarında yapılaşma. Her ikisi de insan kaynaklı. Yani, insanların hava kirliliğine neden olması iklim değişimi kaynaklı tehlikeleri tetiklerken, bu değişim tekrar insanların sellerden, fırtına ve kuraklıktan mağdur olmalarına neden oluyor. İnsanlar tarafından yaratılan bu döngü ancak insanlar tarafından değiştirilebilir.
AFAD'a göre Türkiye'de her yıl 200'e yakın irili ufaklı sel ve su baskını meydana geliyor. Bir deprem ülkesi olan Türkiye'de sel ve taşkınlar neden oldukları kayıplar cinsinden ikinci sıradadır. Türkiye'de 2021'de meydana gelen doğa kaynaklı afetler nedeniyle 127 kişi hayatını kaybetti, 672 kişi yaralandı. Bunların yüzde 89'u sel, yüzde 7'si orman yangını ve yüzde 4'ü fırtına nedeniyle yaşamlarını yitirdi. Yaralanmaların ise yüzde 54'ü orman yangını, yüzde 34'ü sel, yüzde 8'i fırtına, yüzde 3'ü hortum ve yüzde 1'i deprem nedeniyle gerçekleşti.
En fazla sel ve taşkın olaylarının yaşandığı Doğu Karadeniz Bölgesi'nde 90 yıllık (1929-2019) sürede meydana gelen 59 sel, heyelan ve taşkın olaylarında toplam 644 kişi hayatını kaybetmiştir. Bölgede hemen hemen her yıl yaşanan ve afete dönüşen sel olaylarının, şehirlerde artan nüfus ve afet risklerini azaltmayı içselleştirmeyen ve tehlikelerden korumayan imar planı anlayışındaki yönetimlerin "iklim değişimi" veya "beklediğimizden fazla yağdı" açıklamaları afet yönetim hatalarımızı örtmeye yetmez.
Türkiye, şehirlere göçün sürdüğü ve işsiz ve yoksul sayısının arttığı ve 8.500 dolarlık milli gelirle düşük/orta gelir grubu ülkeler düzeyine inmekte olan bir ekonomik durum sergiliyor. "Beklediğimizden fazla yağmur yağdı" vb açıklamalar ile doğayı neden göstererek ve "müdahaleci ve yara sarma" ağırlıklı bir afet yönetimi ile afetlerden kurtulamayız. Nehirlerin sel ve taşkın yataklarını ve heyelan, sıvılaşma ve tsunami tehlikesi olan alanları imara açıp inşaat ruhsatları verilirken duyarsız davranan yönetimler, tehlike afete dönüştükten sonra yapılan geçici yardımlarla afet risklerini azaltmayı başaramazlar.
İnsanın dünyayı böyle hor kullanmayı sürdürdükçe iklim ve çevre dengelerinin bozulacağı, bugüne kadar onlarca raporda ve makalede yazıldı ve tartışıldı. Bilim insanları tarafından uzun yıllardır yapılan gözlemler, yerküremizi saran atmosferin özellikle son 20 yılda daha hızlı ısındığına dair bulguları ortaya koyuyor. Evet, iklim dengeleri bozuluyor ama bunun ana nedeni insanlar. Birleşmiş Milletler, hava kirliliğini ve atmosferik ısınmayı arttıran her türlü endüstriyel faaliyetler nedeniyle iklim dengesinin bozulacağını, bu nedenle nüfusu yoğun ve sayısı giderek artan şehirlerde afet risklerinin artacağını sıkça hatırlatıyor ve alınması gereken önlemlere yönelik olarak ülkelerle sözleşmeler imzalıyor.
Bu makaleyi yazarken ormanlarımızın yine parça parça yanmaya başladığı haberleri geliyordu. Ne yazık ki Türkiye'de orman yangınlarının sayısı giderek artıyor (Şekil 2). Araştırmalar, Türkiye'de orman yangınlarının sıcaklık artışından çok insan kaynaklı olduğunu gösteriyor. Bu yangınların yüzde 46'sının ihmal ve kaza, yüzde 34'nün bilinmeyen nedenlerden ve yüzde 9'nun kasıtlı olmak üzere toplamda yüzde 89'unun insan kaynaklı olduğu saptanmış. Türkiye'de orman yangınlarının yüzde 58'i Akdeniz ve Ege bölgelerinde oluyor. Ayrıca ormanlarla ilgili yapılan bazı yasal düzenlemeler sonrası orman yangınlarının arttığı gözlenmiş. Uzmanlar 4785, 2634, 2896, 2924,2873, 2960, 3194 ve 3402 sayılı bazı kanunlar ve bu kanunlarda yapılan değişikliklerin (2B gibi) kasıtlı orman yangın sayısını arttırdığına dikkat çekmektedirler.
Yüzde 89'u insan kaynaklı olan ülkemiz ormanlarının yangınları çevre ve iklim dengelerini olumsuz etkiliyor. Bu çevrenin olumsuz etkilenmesi sıcaklık ve yağış dengelerini bozuyor. Bozulan bu çevresel denge bize kuraklık, sel, taşkın vb geri dönüyor. Doğa kendi dengesini kendi bozmuyor, insan bozuyor. Sonuç; insan bozduğu çevrenin kurbanı olma yolunda ilerliyor.
1960'da dünyanın toplam nüfusu 3.0 milyardı, 1990'da 5.3 milyar oldu, 2020'de 7.8 milyara erişti. Dünya nüfusu sabit bir oranda artarken şehirlerin nüfusu göçler ve nüfus hareketleri nedeniyle daha yüksek oranlarda artıyor. Uzmanlar, 2100 yılında dünya nüfusunun 11 milyara yaklaşacağını tahmin ediyorlar. Özellikle az gelişmiş ve gelişmekte olan bazı ülkelerdeki siyasi ve ekonomik sorunlar, terör, savaş ve kuraklık nedeniyle ülke içerisinde ve ülke dışına göç hareketleri giderek artıyor. Bu durum kent yoksulluğunu ve salgın hastalıklar dahil afet risklerinin artışını tetikliyor.
BM'ye göre 2021 yılında dünya nüfusunun yüzde 57'si olan 4.5 milyar şehir nüfusu, 2030 yılına doğru 5.2 milyarla yüzde 60'a erişecek ve 2050 yılına doğru her üç kişiden ikisi şehirlerde yaşayacak. 2022 yılı itibariyle nüfusu 1 milyondan fazla olan şehir sayısı 611'e ulaşmış durumda. Nüfusu 10 milyon ve daha fazla olan 31 büyükşehir sayısının 2030'da 43'e çıkacağı tahmin ediliyor. Böyle bir gelişme sürdürülebilir şehir planlaması, risk azaltma yönetimi, hizmetler ve yönetişim konularının giderek daha önemli olacağını gösteriyor.
Dünya kentsel nüfusunun dörtte biri yoksulluk koşullarında ve plansız ve kayıt dışı yerleşim yerlerinde yaşamaktadır. Yoksulluk ve risk arasındaki ilişki, hızlı kentleşme ile daha da artmaktadır. Afetler her yıl daha pahalıya mal oluyor, gıda kaynakları olumsuz etkileniyor ve mevcut yoksulluğu artırıyor. Yoksulluk afetlere direnci kırıyor. İstatistikler, afetlerin en fazla yoksulları vurduğunu gösteriyor. Yüksek gelirli ve üst orta gelirli ülkelerde afet kaynaklı kayıplar milli gelirin yüzde 0.1 ile yüzde 0.3'ü arasında değişirken, düşük gelirli ve düşük orta gelirli ülkeler, milli gelirin yüzde 0.8 ile 1.0'ini afetlerde kaybediyor. Bölgesel ölçekte bakıldığında Asya ve Pasifik ülkelerinde bu oran yüzde 1.6'ya ulaşıyor.
Gelişmekte olan ülkelerdeki yaklaşık 1 milyar insanın, doğa ve insan kaynaklı (sosyo-teknik) tehlikelere daha fazla maruz kalacağı, baş etme kapasitelerinin yetersiz olduğu ve dayanıksız binalar nedeniyle afetlere karşı savunmasız oldukları tahmin ediliyor. Şehirler büyüdükçe ve yoğunlaştıkça, sınırlı doğal kaynaklar üzerindeki istekler ve baskılar artmakta ve dünya genelinde topluluklardaki eşitsizlikleri ve kırılganlıkları daha da büyütmektedir.
Plansız büyüyen ve nüfusu şişen kentler, denetimsiz ve kirletici sanayi, enerji ve madencilik faaliyetleri ve arıtma yetersizlikleri kara, hava ve denizlerdeki kirliliği arttırıyor ve giderek çevre ve iklim dengelerini bozuyor. Böylece nüfus artışı, yoksulluk ve çeşitli doğal olaylar birbiriyle etkileşimli olarak insani ve ekonomik kalkınma faaliyetlerini uzun süre sekteye uğratıyor ve tehlikeler kolaylıkla afete dönüşüyor. Dünya Bankası raporu, özellikle düşük ve orta gelirli ülkelerde göçle birlikte plansız yerleşimlerin sayısının artması nedeniyle önümüzdeki yıllarda sele maruz kalanların sayısının 1.8 milyara ulaşacağını belirtiyor.
Son on yılda küresel düzeyde jeofizik, iklim ve hava ile ilgili tüm afetlerle ilişkili ekonomik kayıp, yılda ortalama 170 milyar dolara erişti. 2011 ve 2017'de kayıplar 300 milyar doların üzerine çıkarak zirve yapmıştı.
Kayıtlara göre 11 Ağustos 2021'de Kastamonu Bozkurt'ta oluşan sel felaketinin ülke ekonomisine maliyeti 290 milyon doları aşmıştır. 1-2 Şubat 2021'de İzmir'de sel felaketinin yarattığı ekonomik kayıp 76 milyon doları aşarken, 21 Temmuz 2021'de Artvin'in Arhavi ilçesinde yaşanan sel ve su baskınlarının ekonomik maliyeti ise 23 milyon dolara ulaşmıştır. İyi bir risk yönetimi bu olası mali kayıpları öngörebilseydi ve imar planlarını tarihsel taşkın alanları bilgilerini kullanarak yapsaydı, yani afet risklerinden koruyan imar planları yapsaydı, afetlere harcanan bütçeler yatırımlara harcanır ve refah artardı.
Oransal olarak düşük gelirli ve düşük-orta gelirli ülkeler afet kaynaklı kayıplara karşı sigorta sisteminden de yeteri kadara yararlanamıyorlar. 1980-2018 yılları arasında dünyadaki afetler dolayısıyla oluşan kayıpların sigortalanma oranı yüzde 40 dolayındandır ve bunun içerisinde gelişmekte olan ülkelerin payı çok azdır. 2020 yılında dünya çapında afetlerden dolayı 202 milyar dolar kaybın 89 milyar doları sigortalıydı ve bu sigortayı yaptıranların büyük çoğunluğu üst gelir grubu ülkelere aitti. Düşük ve orta gelirli ülkelerin afet sigortası havuzundaki payı yüzde 10'nun altındadır. Çünkü fakirlik ve yoksulluk sınırındaki ülke halklarının sigorta sistemine harcayacak paraları yoktur. Bu ülkelerde afet sonrası kayıplar ya devletin halktan topladığı vergilerden oluşturduğu bütçelerden ya da uluslararası insani yardım kuruluşlarından karşılanmaktadır.
AFAD afet istatistikleri raporunda sel ve taşkın afetlerinden korunma için AFAD Başkanı'nın şöyle bir önerisi var:
"Yoğun yağış alan bölgelerde dere yataklarına ev yapmazsak, selin, hayatları önüne katıp aramızdan koparmasının önüne geçebiliriz. Tabii ki bunların hepsi, afet bilincine sahip bir toplumla mümkün olacaktır. Afet yönetimi, devletin büyük sorumluluk sahibi olduğu ancak tek başına yürütemeyeceği bir süreçtir. Sivil toplum, özel sektör, üniversiteler ve yurttaşların katılımları, bilinçlenmeleri, afet yönetimi ve risk azaltma açısından ileriye doğru atılmış büyük bir adım olacaktır."
Tespitler doğrudur. Ama, cümlede bir sözcük eksik, o da "yerel yönetim" sözcüğü. Hatırlarsanız, 26 Eylül 2019'da Silivri açıklarında İstanbul'un güneybatısını sarsan 5.8 büyüklüğünde bir deprem sonrası İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı'nın İstanbul AFAD merkezindeki toplantıya çağırılma konusunda bir tartışma olmuştu. Deprem, sel vb afetler öncesi ve sonrası, afet yönetiminin her aşamasında "devletin büyük sorumluluk sahibi olduğu ancak tek başına yürütemeyeceği bir süreç"de merkezi yönetim kademelerinde yerel yönetimlerin de önemli bir paydaş olduğunun hatırlanmasını diliyoruz. Nitekim, 1970'den bu yana BM, Türkiye'nin de katıldığı tüm afet risklerini azaltmak ve dirençli şehirler oluşturmak için belirlenen strateji ve eylem programlarında yerel yönetimlere bu konularda daha fazla destek ve ağırlık verilmesinin olmazsa olmaz olduğunu defalarca açıklamıştır. Afet risklerini azaltma mahalleden başlar ülkeye yayılır.
İBB'nin Afet Koordinasyon Müdürlüğü'nün (İBB-AKOM) düzenlediği bir orman yangın tatbikatına merkezi yönetime bağlı birimleri davet ettiğinde çekimser durmanın ülkeye bir faydası yoktur. Eğer her ölçekte yerleşimlerimizi ve şehirlerimizi "afet dirençli" duruma getirmek istiyorsak, başarıya ulaşmada yerel yönetim ve merkezi yönetim işbirliğinin sağlanmasına, bilimin önerdiği çözümlerin dikkate alınmasına ve sivil toplum kuruluşlarının katılımına bağlı olduğunun farkına varmamız gerekmektedir. Aksi durumda, deprem, sel, taşkın, heyelan, kuraklık, orman yangını vb çok daha fazla canımızı yakacak ve ekonomiyi sarsacaktır.