Neredeyse çeyrek yüzyıllık AKP iktidarının bu ülkeye yaptığı en büyük kötülük halkımızı "onlar" ve "biz" öbeklerine ayırıp, kutuplaşmayı körüklemek, "onlar"a duyulan nefretten oy devşirmek çabası olmuştur.
Bu zehirli retorik yalnızca sözde kalmamıştır: Ülkenin en nitelikli insanları "onlar"dan oldukları şüphesiyle devlet kadrolarından ve ulusal sorumluluklardan uzak tutulmuştur. Sonuçta, ülkenin kaderi liyakatsiz insanlara bırakılmıştır.
Korkunç yıkımın başta gelen nedeni bu vahim tercihtir.
Hiçbir zaman sömürge olmamış olan Türkiye insan sermayesi açısından zengin bir ülkedir. İyi mühendisleri, teknisyenleri, uzmanları vardır. Ama ne yazık ki, rol ve görev dağıtımında, komprador arayan sömürgeci kafası egemen olmuş, "biz"den olanlar seçilmiş, en iyiler, "onlar"dan olduğu için dışlanmıştır.
Bu ne büyük bir kötülük, ne ağır bir israftır!
Depremin ardından hayranlıkla izlenen yardım canlılığı, "onlar" diye dışlanan kesimde ne büyük bir birikim, ne coşkun bir enerji, ne kadar derin bir vatan sevgisi olduğunu ortaya koymuştur.
Ve onların, bu performansına karşı AFAD'ıyla, Kızılay'ı ile partizanlığa kurban edilmiş kurumlar sönük ve yetersiz kalmış, yaygın eleştiri almıştır.
Zehirli "onlar-biz" retoriği yerine "hepimiz biriz" vurgusu; liyakatin ön plana çıktığı, partizanlıktan arınmış işe alma ve terfi politikaları… Özgürlük: Suçlama değil, tartışma atmosferi…
Eleştirilen uygulamalardan birisi de, askerin kurtarma ve koruma amaçlı olarak sahaya sürülmesinde geç kalınması oldu.
Her ulusun tarihten gelen refleksleri vardır. Afetlerde askerden yardım beklemek böyle bir sosyo-kültürel reflekstir. Bizim buralarda bir numaralı devlet kurumu ordu olagelmiştir. Bunun yararını da zararını da görmüşüzdür.
Osmanlının çöküşünde en reformcu ve nihayetinde kurtarıcı olan bu kurumun, 1960'lardan sonra günlük siyasete karışıp kendisini ülkedeki tek kurum sanması ve öyle davranması hırpalayıcı olmuştur. Ancak, FETÖ'cülerin teşvikiyle, askeri okulların, hastanelerin, yardım kurumlarının kapatılması, toplumsal etkinlik alanının daraltılması önemli bir boşluk bırakmıştır. Bu felaket bunu bir kez daha göstermiştir.
Ordunun, toplumun tüm kurumları gibi liyakatli kadrolara kavuşması için okullarının, hastanelerinin ve kurumlarının yeniden açılması, saygınlığının onarılması için çaba gösterilmesi…
İnanılır ve güvenilir bir medyaya en çok ihtiyaç duyulan zamanlardan biri afet ve toplumsal karışıklıklardır. Birilerinin her zaman ve her koşulda doğruları söylemesi ve bunun halk tarafından bilinmesi gerekir. AKP iktidarının geleneksel medyayı ele geçirme ve etkisizleştirme politikaları ne yazık ki başarılı olmuş ve ülke neredeyse inanılıp güvenilen haber kaynakları tamamen kurumuş bir çöle dönüştürülmüştür. Varlığını hala sürdürmeye çalışan tek tük hakikat sebillerini unutmuyorum. Ancak, ürünün çoğu çürüktür, anti-iletişimdir. Bu çok sağlıksızdır. Türk demokrasisinin en ağır kusurlarından biridir. Kriz patlak verince büyük bir kesimin sosyal medyaya hücum etmesinin nedeni de budur. Kuşkusuz onun da tuzakları vardır.
Babıali'nin bir zamanlar güvenilen amiral gemilerinin anti-iletişimci korsanlardan kurtulup yeniden medyanın demokratik misyonuna sadık gazetecilerin eline geçmesi. Basın ve ifade özgürlüğü. Tarafsız demokratik denetim mekanizmaları…
Koşullar ne kadar zor olursa olsun hukuk her zaman geçerli olmalıdır. Demokrasilerde "hukukun üstünlüğü" kavramı bunu talep eder. Bu talep, yağmacılık ve hırsızlık yapan alçaklar için de geçerlidir. Kolluk güçlerinin görevi, Türk olsun Suriyeli olsun, onları yakalayıp yargı mercilerine teslim etmekten ibarettir. Onlara kameralar önünde işkence etmek bu göreve dahil değildir!
Bazıları öfkeleri nedeniyle ne kadar alkışlarsa alkışlasınlar, bu işkencecilerin yaptıkları hem yerel hem de uluslararası yasalara göre suçtur. O görüntülerin yarın öbür gün birilerince Türkiye'nin işkenceci devlet olduğunun delili olarak kullanılması beklenebilir. Tabii, işkenceciler de sorumlu tutulabilir.
Malum işkence insanlık suçudur ve zaman aşımı yoktur. Türkiye'de asla yeri olmamalıdır. Olmamalıydı.
Her yerde her zaman hukukun üstünlüğü.
Tek adam rejimi altında sersemlemiş olan tüm kurumların, bu arada yasama organının bir an silkinip sorması gerekir: Demokraside benim asal işlevim nedir? Bu ülke bana niçin para veriyor? Ben bir onaylama makinesi miyim?
O yasama organı ki, emir yüksek yerden olduğu için, 58 deprem araştırma önergesini reddetmiş, yedi kez imar affı çıkartmış!
O araştırmalardan biri yapılsa, gerçekler ortaya çıksa, belki bu kadar insan ölmeyecekti!
Demokratik asal görevlerini yerine getirmeyenlerin enkazın altından çıkan masum insanların cansız bedenlerine baktıkça ne hissettiklerini merak etmiyorum.
Merak etmiyorum çünkü büyük bir olasılıkla bu konuda da yüksek yerden talimat beklemektedirler.
Tek adam rejimine son! Tüm kurumların ve bürokratların asal görevlerini yaptıkları bir demokrasi!