Güney’deki büyük deprem, tarihin en eski tartışmalarından birini bir kez daha hortlatacak: Nasıl olur da bilimsel olgular bu kadar açıkken, bilim adamları bu depremin elinin kulağında olduğunu dillerinde tüy bitinceye kadar bize ilan etmişken, yıllardır kimse kılını kıpırdatmaz ve felaket gelinceye beklenir…
Cehalet mi, bencillik mi, dirayetsizlik mi, nedir bu tembelliğin, üşengeçliğin, inkarcılığın nedeni?
Her şey bu kadar açık iken…
Bunun filmi bile yapıldı: Don’t Look Up! Küresel ısınma ile bağlantılı olarak, dünyaya doğru ilerleyen bir göktaşı üzerinden bu psikolojik sendrom anlatıldı. Oysa her şey ne kadar açıktı ve bilim insanları politikacılara ve halka bunu anlatmaya çalışıyordu.
Bizim yabancımız olan bir şey değil bu. Dört yanımız, her şey çok açıkken, bilimsel olgulara meydan okuyan insanlarla sarılmış.
Marmara Denizi’nin durumu, orman yangınları, sağlık sorunları…
Ama her şeyden önce kötü yapılaşma ve deprem!
Peki ama niçin? Bu vurdumduymazlığı nasıl açıklayacağız? Cehalet desek, sözümona doktoralı adamlar ülkeyi yönetiyor, riyakarlık desek, en ağır faturayı ödeyen halk kitleleri kendilerini kandıranları yeniden seçerek onları ödüllendiriyor…
Demek ki, her şey çok açık olsa da, olay o kadar basit değil. Anlayabilmek için kara kutunun içine bakmamız gerekiyor.
Kısa bir hatırlatma: İletişim tarihinin en başta gelen engeli olan “mesaj gönderme” sorununun dijital teknoloji çağında çözüldüğüne değinmiştik. Artık Homo sapiens her-yerden-her-yere-her şekilde-her -zaman mesaj gönderme ve alma yetisine sahipti.
Elindeki akıllı telefonlarla birlikte, biyolojik olarak değilse bile işlevsel olarak, “Homo Super Communicatus”a dönüşmüştü.
Ancak bir sorun vardı: Beyine enformasyon akıtmaya yarayan huninin ağzı geniş, ucundaki boru ise dardı. Bir başka deyişle, insanın enformasyon işleme yetisi hala eskisi gibiydi, sınırlıydı.
Harp ve Sulh romanını saniyeler içinde gönderebiliyordu ama onu okuması gene günler alıyordu!
Bu durumun enformasyon bombardımanı altındaki çağımız insanın en başta gelen çelişkisi olduğunu yazmıştım.
Ve eklemiştim: Peki, o dar borudan kara kutunun içine girmeyi başarabilen sınırlı verilere, enformasyon parçalarına ve bilgilere ne oluyordu?
İşte ikinci büyük aykırılık da orada karşımıza çıkıyordu: Kutuya giren enformasyon, kişinin inançlarına ve göre, farklı raflara giriyor ve var olan zihinsel dengeyi pekiştiriyordu.
Çünkü insanlar çelişen bilişsel öğelerin yarattığı huzursuzluktan hoşlanmıyordu.
Özetle, her şeyin açıkça ortada olması pek fark etmiyordu!
Bağnaz dindar zihniyetteki insan, depremin sonuçlarını Tanrı’nın günahkar kullarına cezası olarak görürken, seküler zihniyetteki insan cahillerin bilime meydan okunmasının sonucu olarak görüyordu.
Yani beyin, çoğu zaman, kendi kendisini doğrulayan bir makine olarak çalışmaktaydı. Siz ne verirseniz verin, fazla bir şey değişmiyordu.
Marksistlerin ta 19. yüzyıl’da “yanlış bilinç” dedikleri buydu. 20. yüzyıl iletişim kuramcılarının medyanın “pekiştirme etkisi” dediği de aşağı yukarı bu!
Egemen ideoloji, enformasyonu kara kutuda aşina paketlere koyarak kendisini yeniden üretiyordu. Eskisini silme ve değişme bir istisnaydı.
Ortaya çıkan manzaranın insanlık açısından çok parlak bir şey olduğunu düşünmüyorum. 18. ve 19. yüzyıllardaki Aydınlanmacı iyimserliğin yıkılmış olması da bunu gösteriyor.
Fransız atasözünün dediği gibi: Ne kadar değişirse o kadar aynı kalıyor. (Plus ça change plus c’est meme chose.)
Kara kutu, kök salmıştan, güven duygusundan, istikrardan yana… Değişim onu korkutuyor.
Her şey açıkça ortada olsa da!
Peki, umut yok mu? Tarih boyunca gerçekleşmiş büyük değişim ve dönüşümleri nasıl açıklayacağız? Zihinsel devrim diye bir şey mümkün değil mi kara kutuda?
Zor ama var! O da başka bir yazıya kalıyor!