Baş tanrı Zeus sayısız çapkınlık maceralarından birinde İo adında güzel bir kızı kovalamaktadır. Zeus-İo ilişkisinden bir kız çocuğu dünyaya gelir. Çocuk boynuz şeklindeki bir su yolunun kenarında doğar. Adı Keroessa olur. Keras "boynuz" demektir. İo'nun kızı Keroessa'nın Tanrı Poseidon'la yaşadığı aşkın meyvesi de Bizas adında bir erkek çocuktur. Bizas, Bizantion kentinin kurucusudur.
Yunanistan'ın Megara bölgesinden Kral Nisos'un oğlu Bizas veya Bizantas, İstanbul'un kurucusu olarak bilinir. Kâhinin dediği gibi kolonisini 'körler ülkesi' karşısında, üstelik anneannesinin annesini doğurduğu suyun kenarında kurmuştur. Burada mitolojiyle gerçeklik iç içe geçer.
İstanbul, İstanbul olmasını iki su yoluna borçludur. Biri, dünyanın "sığır geçidi", yani "Bosfor" olarak bildiği Boğaziçi ve diğeri "altın boynuz" olarak bilinen Haliç. Bosfor adına âşinâ olsak da bu ikinci su yolunun, Haliç'in mitolojik adının Keras'tan geldiğini pek bilmeyiz. Bosfor da -başa dönersek- Zeus'un kıskanç eşi Hera fark etmesin diye bir ineğe çevirdiği güzel kız İo'dan gelmektedir. İnek bu sudan geçerek kurtulur. Bosfor bir deniz ticaret yoludur. Altın Boynuz da o gemilerin demirleyeceği liman.
Ticaretin deniz yoluyla yapılması kara ulaşımına kıyasla her zaman daha güvenli ve süratli olmuştur. Eski çağların ceviz kabuğunu andıran ufacık gemileriyle bile olsa deniz yolculuğu hep tercih edilmiştir. Bu yüzden de liman kentleri her daim revaçta olmuş, buralarda biriken zenginlik daha sonra siyasî, dinî, kültürel, bilimsel, endüstriyel gelişmelere yol açmıştır.
Byzantion, Konstantiopolis, İstanbul bir liman kentidir! Bu şehrin limanı Haliç'tir.
Kuzey ve güney rüzgârlarına kapalı, mûtedil dalgalı, hatta dalgasız, her iki kıyısına da bağlanılabilen korunaklı bir liman. Korsanlara, hırsızlara karşı dev bir yüzer zincirle korunan bir liman.
Liman demek, ticaret ve zenginlik demektir.
Gemilerden alınan vergiler, navlunlar… O gemilerle gelen tayfanın şehirde konaklaması, yemesi içmesi, alışveriş etmesi… Gemi acenteleri, hamallar, ambarcılar…
Roma İmparatoru Büyük Konstantin topraklarının doğusunda yeni bir başlangıç aramaktadır. Ekonomik gelecek doğudadır. Bu yeni başkent mutlaka bir deniz yolunun kenarında olmalıdır. Hellespont denen Çanakkale Boğazı girişindeki Truva ile Bosfor girişindeki Bizantion finale kalmışlardır. Konstantin incelemelerinde Truva limanının zamanla dolacağını öngörmüş ve kararını Bizantion'dan yana vermiştir. Nitekim, Haliç'e biriken alüvyon Boğaz'ın akıntılarıyla sürüklenip gitmektedir. Truva artık deniz kenarında değildir. Konstantin haklı çıkmıştır.
Bizantion Konstantinopolis olur, büyür, gelişir. Koskoca Roma İmparatorluğunun başkentidir artık. Doğu-Batı, Kuzey-Güney ticareti tam hızıyla dönmektedir.
Devlet Hristiyanlığı kabul ettikten sonra bizim bugünkü bakış açımızla "Bizans İmparatorluğu" dediğimiz dönem başlamış, Konstantinopolis'in ekonomik ve siyasî öneminin yanına bir de din faktörü eklenmiştir. Ticarî ziyaretçilerin yanı sıra siyasi, dini ya da turistik amaçlarla şehre gelenlerin sayısı arttıkça artmıştır. Denizcilikte çok güçlü İtalyan şehir devletleri bu limanda imtiyazlı "serbest bölgeler" edinmişlerdir. Liman ve şehir, hele Galata resmen bir Ceneviz kolonisi olduktan sonra cıvıl cıvıldır. İbn Batuta 14. yüzyılda yazdığı seyahatnamesinde burada demirlemiş teknelerin kalabalığından şikâyet etmiş ve "direkleri bir orman gibi, görüşü engelliyor" demiştir.
Bu şehir bu liman sayesinde bu kadar ünlüdür ve herkesin ağzını sulandırmaktadır.
İstanbul hep ürettiğinden fazlasını tüketen bir dev olmuştur. Hinterlandı yoktur, üretim zayıftır. Ama nüfus kalabalık ve çeşitlidir. Tüketim yüksektir. Buraya mal getiren gemiler ya boş dönmüşler ya da buradan götürecek mal bulana kadar beklemişlerdir limanda. Bu da nakliye giderlerini artırmış, malın son fiyatını yükseltmiştir. İstanbul her zaman pahalı bir şehir olmuştur. Bugün dahi İstanbul Türkiye'nin ithalat limanı, İzmir ise ihracat limanı değil midir?
Buradan götürecek mal bulamayan, beklerken haczedilmiş, mürettebat tarafından soyulmuş, sahibi tarafından terkedilmiş teknelerin bu limanda için için çürüyüp battığını hayal etmek de zor değildir. Haliç bir gemi mezarlığıdır. Ama aynı zamanda bu sakin suların kenarında yeni gemiler yapılmaktadır. Tersaneler ne de olsa sakin sularda olur.
Haliç kıyılarında belli mallar için "borsalar" oluşmuştur. O malın ölçüldüğü kantarlar veya kapanlar, o malın korunduğu, alınıp satıldığı ambarlar vardır, Unkapanı, Yağkapanı, Balkapanı gibi… Bir iskeleye sadece baharat taşıyan gemiler yanaşır, diğerine odun taşıyanlar… Günümüzde Eminönü ve civarında dolaşırken biraz hayal gücüyle bu sahneleri gözünüzün önüne getirebilirsiniz.
Haliç üzerinde ilk köprü Bizans İmparatoru Jüstinyen zamanında, 6. yüzyılda, yaklaşık Ayvansaray ile Sütlüce arasında yapılmıştır.
Osmanlı zamanında, 1836'da Hayratiye adıyla şimdiki Unkapanı köprüsü koordinatlarında bir köprü inşa edilmiştir.
Galata Köprüsü'nün ilki 1845'te Cisr-i Cedid (Yeni Köprü) adıyla yapılmıştır. Bugünkü köprü beşinci versiyonudur ve 1994'te bitmiştir. Galata Köprüsü adı da resmi olmaktan çok halk arasında yerleşmiş bir isimdir. Aynı şekilde "Eminönü Köprüsü" de denebilirdi ne de olsa.
Modern çağlarda (1974) Boğaziçi Köprüsü çevre yollarına entegre bir otoyol köprüsü yapılmıştır. Bu köprüye de resmi bir ad bulunamamış, ama "Haliç Köprüsü" adı yerleşmiştir.
Son olarak, yine halk arasında "Topbaş Köprüsü" veya "Metro Köprüsü" olarak anılan, Unesco'nun tüm itirazlarına rağmen yapılan ve 2014'te hizmete giren bir eser vardır.
Köprülerimize verdiğimiz isimlerle bir sorunumuz olsa gerek.
Haliç ve köprü deyince Leonardo da Vinci ustayı anmamak olmaz. Sultan II. Bayezid'in Haliç üstüne bir köprü inşa edilmesi istediğini duyan Da Vinci padişaha bir mektup yazar. Hem böyle bir taş köprünün tekniğine hâkim olduğunu anlatır hem de bu işe talip olduğunu söyler. Köprü toplamda 350 metre, su üzerinde 233 metre uzunluğunda ve 24 metre genişliğinde olacaktır. Da Vinci mektubuna cevap alamaz, ancak notlarında eskizleri mevcuttur.
Leonardo Köprüsü'nün küçük bir modeli 2010 yılında Yunanistan'ın Girit adasında açılan bir Leonardo sergisinde yer almıştır.
Şu işe bakın ki, 2001 yılında Norveç'in başkenti Oslo'nun bir banliyösünde Leonardo'nun köprüsü ölçeği küçültülerek yaya köprüsü olarak inşa edilmiştir.
Leonardo, Norveç ve bizim Haliç!
"Haliç" aslında kupkuru bir coğrafi terim, özel isim değil. Huni, külâh, boynuz şeklindeki nehir ağızlarına haliç deniyor. Kelime Arapça kökenli ve koy/körfez anlamına geliyor. Nehirlerin denize kavuşmaları bunun dışında delta veya şelale şeklinde olabiliyor. Haliç bir tür fiyort veya dar, uzun bir körfez. Yabancı dillerde "estuary, estuaire, Ästuar, …" deniyor bu nehir ağzı şekline. İşte doğanın hediyesi bu limanlar önemli olmuş hep: Seine ve Le Havre, Elbe ve Hamburg, Tejo ve Lizbon, Themse ve Londra… Bizim nehirler ise "Avrupa'nın tatlı suları" denen Alibey Deresi ile Kağıthane Deresi… Önemsiz gibi gözüken bu iki tatlı su kaynağı Haliç'i beslemektedir. Haliçlerin suları acıdır, tatlı su tuzlu suyla karışır.
"Altın Boynuz" daha romantik bir isim tabii. Bizas'ın annesi Keroessa'nın boynuz şeklindeki limanı zenginlik kaynağı olduğu için mi "altın" anlamına gelen "chrysos" ekini almış önüne? Sanırım öyle. Altın Boynuz, Χρυσόκερας, Chrysókeras, Sinus Ceratinus şehrin varlık kaynağı olmuş nihayetinde.
İstanbul'un taşı toprağı hep altınmış yani. Demek, Haliç'in suyu da altınmış.