1983 yılının şubat ayında Berlin yakınlarındaki Fürstenwalde kasaba mezarlığında üç beş kişinin katıldığı sade bir defin işlemi yapılmaktadır. Bir Müslüman erkektir defnedilen. Mezarın başında bir konuşma yapacak, dua okuyacak imam zaten yoktur o yılların ateist Doğu Almanya'sında. Katolik papaz için konu bile değildir. Protestan papazın da mutlaka işi çıkmıştır. Aile arasında sade bir defin, sadece bir defin. Merhum öyle istediği için evde duvarda asılı eski Kuran-ı Kerim'i babasının başucuna gömer oğlu Rudi.
Türkiye'deki Alman izlerini takip ederken tarihin yön tabelaları sizi Almanya'daki Türk izlerine de götürüyor bazen. Çağımız Almanya'sındaki "gurbetçilerin" izleri değil burada söz konusu olan. Daha eski izler. Nitelikleri de farklı izler.
1917 yılının nisan ayında Sirkeci'den Almanya'ya bir tren kalkmış. Çoğunluğu İstanbul'dan olmak üzere Maraş, Ayıntab, Kelis, Angora, Söğüd, Niğde, Konya, Bursa, Manisa, Karahisar şehirlerinden gelen 180 kadar erkek çocuk doldurmuş vagonları. On gün süren bir yolculuktan sonra Berlin'e varmışlar. Belli bir program çerçevesinde savaş yetimi çocuklara meslek edindirme, zanaat öğretme macerasıymış bu.
Özellikle 1915 Çanakkale'sinde Alman komutanlar sık sık maruz kaldıkları "Ne olacak geride bıraktıklarımızın hali?" sorusunun ağır yükü altında ezilmiş olacaklar ki, henüz bir yıl önce, 1914'te, iki imparatorluk arasında pekiştirilmek istenen bağları vurgulamak istercesine kurulan "Türk-Alman Derneği" imkanlarıyla oluşturulan öğrenci programının devreye sokulmasını sağlamışlar. Derneğin kurucuları da üyeleri de kerli ferli adamlar. Nüfuz da var para da. Biraz da vicdan.
Henüz üç yaşındayken annesiz kalan, üvey annesini sevmeyen, babası tarafından amcasının yanına verilen, orada da rahat edemeyen on altı yaşındaki Achmed Talib de varmış bu trende. Kunduracılık zanaatını öğrenmeye gidiyormuş. Almanlardan beklenen mükemmel organizasyonla çocuklar önce yurtta biraz dil kursu ve hayat bilgisi görmüşler, hâl ve gidişleri takip edilmiş, uyumsuzlar geri gönderilmiş.
Achmed Talib şanslıymış, çok iyi bir ustaya düşmüş. Fürstenwalde Kunduracılar Loncası Ustabaşısı Albert Pöthke'nin yanına verilmiş. Ustasının evinde yaşıyor, atölyesinde işi öğreniyormuş. Mesai sonrası da akşam okuluna devam ediyormuş. Çalışkan bir delikanlıymış. Almanya'ya gelişinden dört yıl sonra, 30 Nisan 1921'de kalfalık sınavından "çok iyi" notuyla geçmiş ve iki yıl daha, Şubat 1923'e kadar Albert Usta'nın yanında kalfalığa devam etmiş.
Türkçeyi sadece eski harflerle yazabilen, Latin alfabesini Almanya'da öğrenen 1901 doğumlu Achmed Osmanlı tebaasındayken Almanya'ya gelmiş ama yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nde bir vatandaşlık girişiminde bulunmadığından "vatansız/haymatlos" konumuna düşmüş. Aklı hep İstanbul'da olan Achmed bir türlü o eşiği atlayamamış, memlekete gidememiş. Zaten pek aile bağı da yokmuş. Babasının ikinci eşinden olan beş kardeşi varmış. Ama hiç irtibatı yokmuş.
Bu arada genç kundura kalfası Achmed âşık olmuş. Nişanlısı Anna Höhnow bir yandan kendi küçük kardeşlerine de bakmak zorunda olan gündelikçi bir kız. Tek göz evlerine taksitle mobilya almışlar. Hayaller kuruyorlarmış. Ama 1920'ler demek, Avrupa'da ekonomik kriz yılları demek. 1923 yılında ustasını terk etmek zorunda kalan Achmed önce Aron Bramzon, daha sonra Brennabor ve Schulwitz kundura fabrikalarında işe girmiş. Bu işyerleri de kapanınca eşyaları satıp 300 Mark sermaye ile 1927 yılında Fürstenwalde kasabasında küçücük bir atölye açmış. Bu kasaba onun kaderi olmuş sanki.
Achmed'in Anna ile evlenmesinin önünde büyük bir bürokratik engel varmış: kağıtlar! Achmed'in herhangi bir doğum belgesi yokmuş. Bir tür "ne yaşar ne yaşamaz" durumu yani. Bu arada Anna 1927 yılında bir erkek çocuk dünyaya getirmiş. Adını Rudi Achmed koymuşlar. Bakmışlar ki, evlenemeyecekler, boş vermişler. Rudi Bey annesinin soyadını taşımış hep: Rudi Achmed Höhnow.
Oğlunun doğumundan sonra Achmed Almanya vatandaşlığına geçmek için başvurmuş. Bu arada İmparatorluk Almanyası bitmiş, Weimar Cumhuriyeti dönemi başlamış. Çok uzun sürmüş başvurunun işleme konması. 1933 olmuş, III. Reich dönemine geçilmiş ve Hitler'le birlikte zaten Ârî ırktan olmayan birisinin Alman vatandaşı olması söz konusu olamazmış.
Kunduracı Achmed 1933 yılında atölyesinin bulunduğu evi satın almış ve ailece orada oturmaya başlamışlar. Sorb kökenli bir Alman kadın, Türk kökenli bir vatansız ve oğulları. Türkiye savaşta tarafsız ülke konumunda olduğundan, Achmed Nazi rejimi için bir tehlike arz etmiyormuş. Pogromlar ona uğramamış. Ama oğlu küçük Rudi ünlü "Irk Kanunları" çıktıktan sonra okulda öğretmeni tarafından zaman zaman bir "melez insan" örneği olarak ayırımcılığa uğruyor ve bunu babasına hiç söylemiyormuş. Konstantinopel doğumlu vatansız Achmed Talib değil ama bir Alman vatandaşı olarak oğlu Rudi-Achmed savaşın sonuna doğru askere alınmış. Neyse ki, savaş artık bitmek üzereymiş.
Savaştan sonra yeni bir tedirginlik dönemi başlamış ailede. Yaşadıkları bölge Sovyet işgal bölgesi olunca "Ruslar bize ne yapar acaba" korkusu başlamış. 1949 yılına gelindiğinde ortalık sakinleşmiş. Demokratik Alman Cumhuriyeti adlı yeni bir Almanya kurulmuş ve Achmed Talib İmparatorluk, Weimar Cumhuriyeti, III. Reich derken dördüncü bir Almanya'da bulmuş kendisini. Hem de kendisi hiç yer değiştirmeden, olduğu yerde…
Önce Demokratik Alman Cumhuriyeti vatansızlar kimliği alan Achmed 1961 yılında Doğu Almanya vatandaşlığına kabul edilmiş. Kasabada sosyal hayata tam entegre olan Achmed "Küçük Bahçıvanlar Derneği", "Bisikletçiler Derneği", "Tütün Sevenler Kulübü" gibi topluluklarda boy göstermeye başlamış ve saygınlık görmüş.
İstanbul'daki üvey akrabalarından Batı Almanya'ya iş gücü göçüyle gelenler olmuş. Kız kardeşi Huriye Hanım da Stuttgart'a çalışmaya gelen oğlunu ziyaret ettiği 1965 yılında ağabeyini görmek için duvarların ayırdığı diğer Almanya'ya geçmiş. Dile kolay, 48 yıl sonra. Huriye Hanım yanında Türkiye'den getirdiği tencereler taşıyormuş meğer, içine domuz eti değmemiş tencereler. Vatan hasreti gidersin diye ağabeyine Türk yemekleri yapmak üzere bu ayrıntıyı da düşünmüş. Achmed ise gizli gizli odasında domuz salamı yiyormuş. Huriye Hanım Sosyalist Doğu Almanya'da bir damla bile zeytinyağı bulamamış. Koyun etini de zar zor bulmuşlar. Yağ olarak bari tereyağı kullanmak istemiş ama o kadar çok tereyağı da ülke şartlarını zorlamış. Nasıl bir Türkçeyle anlaştıklarını bilemiyoruz, ama Huriye Hanım zamanın teknolojisiyle bantlara Türkçe şarkılar okumuş, kendisinden sonra dinlesinler diye.
1970'lerde emeklilik yaşı geldikten sonra diğer Doğu Almanya emeklileri gibi bir Batı ülkesine seyahat etme hakkı doğmuştu Achmed'in. Ancak Demokratik Alman Cumhuriyeti yasalarına göre Batı'ya seyahat için Batı parası gerekliydi. Çıkış harçları, yol v.s. hepsi Batı D-Markı ile ödenmek zorundaydı. Ve öyle bir paraları yoktu.
Kendisini dindar olarak tanımlayan, o trene bindiğinde koltuk altında getirdiği Kuran'ı evde duvara, yükseğe asan, zaman zaman eşiyle kiliseye gidip, cami niyetine orada dua eden Achmed'in cenazesinde hiç din adamı yoktu.
Oğlu Rudi Achmed'den bir kız bir erkek iki torununu ve onlardan olan üç torun çocuğunu da gören Achmed Talib Doğu Almanya'dan hiç çıkamadı.
Hatta, Fürstenwalde'den çıkamadı.