Günümüzde ağızlara sakız olan "yerli ve millî" sıfatlarının Türkiye mimarlık tarihinde ne gibi bir yeri olduğu konusu enteresan.
Türklerin, çok katlı taş bina yapmak konusunda usta oldukları söylenemez. Gerek çelik dübellerle "arme" edilmiş kesme taş elemanlarının teknolojisini bilmemekten, gerekse de göçebe hayatı yüzünden kalıcı taş yapılara pek rastlanmaz Türklerde. Elbette İslâm dininin bu dünyayı "fânî" görmesi de durumda etken.
Kiliselerden esinlenerek yapılan görkemli Osmanlı camilerine kadar da böyle sürmüş gitmiş. Peki ya sivil mimarî? Bir yanda muazzam camiler, hamamlar, saraylar inşa edilirken, öte yanda konutlar ahşap ve kerpiç gibi "fânî" malzemelerle yapılmış hep.
19. yüzyıldaki Batılılaşmayla beraber İstanbul'a Avrupa'dan mimar akını da başlamış. Hem Avrupalı hem de burada yaşayan Ermeni, Rum, Levanten mimar ve mühendisler, özellikle Beyoğlu bölgesinde hâlâ varlığını sürdüren pek çok bina inşa etmişler.
Bu mimarların önde gelenlerinden biri de İstanbul doğumlu Giulio Mongeri. Mongeri, İtalya'da gördüğü mimarlık eğitiminden sonra Osmanlı topraklarına dönmüş ve 1930'a değin Cumhuriyet Döneminin ilk kuşak mimarlarının yetişmesine katkıda bulunmuş.
Karaköy'deki muhteşem Karaköy Palas binasını hatırlayın… Beyoğlu'ndaki Aziz Antuan Kilisesi'ni, Maçka Palas'ı, Bursa Çelik Palas'ı, Ankara'daki İş, Ziraat ve Osmanlı bankalarının genel müdürlüklerini hatırlayın sonra; işte hepsi bu Levanten ustanın eserleri arasında.
İşe bakın! "Millî Mimarlık Akımı"nın öncüsü bir Levanten!
Mongeri'nin yetiştirdiği isimler arasında Kemalettin Bey (Mimar Kemalettin) ve Arif Hikmet Koyunoğlu'nun yanı sıra Vedat Tek de var. Bu isimler aynı zamanda, "Birinci Ulusal Mimarlık Akımı"yla da özdeşleşen isimler.
Mongeri'nin başlatıp öğrencilerinin sürdürdüğü bu tarzın özelliği, Osmanlı, Selçuklu ve İslam mimarî özelliklerini Avrupaî çok katlı ve ihtişamlı taş yapılara uygulamış olmasıdır.
Geniş sundurmalı çatılar, yüksekçe ve öne fırlamış gösterişli bir orta avankor (kule), buradan iki yana açılan bina gövdeleri, sıklıkla yan uçlarda daha alçak ve daha az gösterişli yan avankorlar, pencere veya kapı üstü sivri kemerler, kısacası Fransız mimar Alexandre Vallaury'den tanıdığımız oryantalist ihtişamlı sarayvârî tarzın biraz daha şarklılaştırılmış, cephelerinde tasarruflu kullanılmış turkuvaz çini süslemelerle bezenmiş yapılardır bunlar.
En usta uygulayıcılardan biri Vedat Tek'tir.
Vedat Tek 1873'te doğar. Babası Bağdat Valisi Giritli Sırrı Paşa, annesi şair ve bestekâr Leyla Saz Hanımefendidir.
Galatasaray Lisesi'nden sonra Fransa'da mühendislik ve mimarlık okur. Burada ve İtalya'da başarıdan başarıya koşar. Henüz 26 yaşındayken de Osmanlı topraklarına döner ve Sirkeci'de bir yazıhane açar. Mimar Kemalettin Bey'le birlikte Türk mimarisine "yerli ve millî" bir kimlik kazandırma çabalarına girişir. O güne kadar ülkedeki mimarlık, gayrimüslim azınlıklarla beraber İtalyan ve Fransızların elinde olduğundan, bir Türkün mimarlık ofisi açması toplumda hayretle karşılanır. Ancak Vedat Bey, Türklerin de bu mesleği lâyıkıyla icra edebileceğini göstermek için yoğun bir çaba harcayacaktır.
Cemil Topuzlu İstanbul Şehremini'yken, Vedat Bey de şehremaneti (belediye) baş mimarı ve fen işleri müdürü olur. Ardından, Sanayi-i Nefise Mektebi'nde (Güzel Sanatlar) ders vermeye başlar. 1900 yılında da Dino ailesinden Firdevs Hanım'la evlenir.
Sarayın baş mimarlığına kadar yükselen Vedat Bey, cumhuriyetin ilânından sonra, görevlendirilmek üzere Ankara'ya çağrılır; çünkü yeni başkent Ankara'da temsil gücü yüksek, ihtişamlı yapılara ihtiyaç vardır, ama orada işin ehli kimse yoktur. Davet üzerine başkente giden Tek, birçok projeye imza attıktan sonra bugün Devlet Konukevi olarak kullanılan Ankara Palas binasının projesini de hazırlar ve işe koyulur; ancak devletten parasını zamanında alamayınca işi bırakır ve bir daha da devletle iş yapmaz. İstanbul'a döner ve artık hep serbest mimar olarak çalışır.
1928'de Nişantaşı'nda kendisi için inşa ettiği evde yaşamaya başlar ve aynı evde 1942'de ölür. Daha sonra bu binayı Tek'in kızı Selime Hanım ile eşi Yekta Işıtan restoran olarak işletmeye başlayacaklar ve "Yekta" dillere destan gözde bir mekâna dönüşecektir.
İyi ve güzel olan her şeyi önce görmek, sonra da her birinin teker teker yok oluşunu seyretmek biçildi bize; "Yekta" veya diğer adıyla "YAK" da artık naftalin kokan nostalji sandığımızdaki yerini aldı.
Vedat Tek için "bu şehre imza atmış mimarlardan biri" desek abartmış olur muyuz?