Marmara Denizi'ndeki "Prens Adaları"nın küçüklerinden Plati'ye Türkçe "Yassıada" demişiz. Adanın zaten yassı olan topoğrafyasını daha da yassılaştırdı son yılların hareketliliği. Artık askeri bir ada değil, 1960 sonrası Demokrat Partililerin yargılandığı ve idam edildiği ürpertici bir ada da değil. Ülkenin yeni muktedirleri orayı bir "demokrasi ve özgürlükler adası" haline getirme iddiasında.
Bizans'ta diğer adalar gibi burası da sürgün yeriymiş. Osmanlı zamanında ise hiç ilgi görmemiş. Diğer adalara köşkler, malikaneler yaptıran zenginlere burası çok uzak ve ıssız gelmiş olabilir. İstanbul'da bir zamanlar upuzun isimli bir İngiltere Büyükelçisi varmış: William Henry Lytton Earle Bulwer, 1st and last Baron Dalling and Bulwer of Dalling. Yassıada'yı 1857 yılında satın almış. Amacı Anglosakson tarzında bir yazlık şato yaptırmakmış.
O yıllarda İstanbul'un Boğaz kıyıları, Dolmabahçe ve sırtları, Galata ve Pera şantiye görünümünde. Yeni sarayla birlikte yabancı sefaretler de inci gibi dizilmeye başlamış. Tüm bu Avrupaî tarz kentleşmede en büyük sorun uzmanlık. Taş bina yapmak için gerekli donanım yok. Müslüman Türkler sivil mimaride daha çok ahşap tekniğine hâkim.
İstanbul'daki inşaat seferberliği ve kalifiye eleman açığı Avrupa'dan buraya bir tür "beyin göçü" tetikler, özellikle mimarlık ve mühendislik alanlarında. Genç bir Alman mühendisin de yolu düşer. Tüberkülozludur ve doktorlar kendisine Boğaziçi'nin şifalı havasını önermişlerdir.
Genç adam yabancı sefaretlerin davetlerinde boy gösterirken uzun isimli İngiliz elçiyle tanışır ve şato işini kapar. Diğer yabancı elçiler de kendisine irili ufaklı işler verir. Kısa zamanda belli bir çevrede ünlenir ve sevilir. Adı saraya kadar duyulan genç Almanı Sadrazam Fuad Paşa yanına çağırır ve kendisine bir devlet işi tevdi eder: İstanbul'dan İzmir'e uzanan bir karayolunun güzergâh ölçümleri ve çizimi.
Yanına birkaç yardımcı alan Alman mühendis at sırtında yola koyulur ve topoğrafya incelemelerine başlar. 1865 yılında Dikili civarına vardığında yerli halkın bir tepenin zirvesinden mermer parçalarını aşağıya yuvarladıklarını ve kireç ocaklarında yaktıklarını gözlemler. Mermer parçalarının çizimlerini yapar ve Berlin'deki arkeolog dostlarına yollar. Orası antik Pergamon kentinin akropolüdür, yani Bergama.
Adı Carl Humann'dır.
Carl Humann yol çalışmalarını bitirir, bu arada iyileşir, Almanya'dan gelen arkeolog ve sanat tarihçilerle çalışmaya başlar. Artık o da arkeolog sayılır. Evlenir, İzmir'e yerleşir ve Osmanlı topraklarında büyüyen, çok iyi Türkçe bilen çocukları olur. Oğlu Hans Almanya'da askeri okullara gider ve deniz subayı olur. Hans Türkçe bilmenin yanı sıra Türk örf ve adetlerine de hâkimdir. Adeta bir Levantendir. Hem ağız dolusu küfreder hem de monşerler gibi davranmasını bilir.
Genç bahriye subayı Hans Humann İstanbul'daki Alman Sefareti'nin daimi yatı "Loreley"a kaptan olur. Kayzer, imparatorluk yatı "Hohenzollern" ile İstanbul'a her geldiğinde Loreley ona eşlik etmektedir. Diğer zamanlar ise Tarabya koyunda, sefaret yazlık sarayının önünde demirlidir. Hans'ın Osmanlı Devleti nezdinde itibarını biraz daha yükseltmek için ona bir "kadro" icat eder Almanya: "Bahriye ataşesi" diye bir makamı oluverir. Hans Humann'ın önemi şuradadır: Harbiye Nazırı Enver Paşa'yla "senli benli" arkadaştır ve odasına kapısını vurmadan dalabilecek kadar samimidir. Şımarık, sonradan görme, kibirli ve savaş yanlısıdır:
"Hayatımın büyük kısmını Türkiye'de geçirdim ve Ermenileri tanırım. Bu yüzden Ermenilerle Türklerin bu ülkede bir arada yaşayamayacaklarını biliyorum. Bu iki halktan biri ortadan kalkmak zorunda. Ermenilere yaptıklarından dolayı Türklere sitem etmiyorum. Haklı olduklarını düşünüyorum. Zayıf olan halk kaybetmelidir. Ermeniler Türkiye'yi parçalamak istiyorlar. Bu savaşta Türklere ve Almanlara düşmandırlar ve bu yüzden yaşama hakları yoktur."
Alman Sefaretinde Bahriye Ataşeliği görevinde bulunan bir fırkateyn kaptanının sözleridir bunlar.
1915 yılında İstanbul'da ve Anadolu'da Ermenilerin yaşadığına ister "Soykırım" deyin, ister "Büyük Felâket", sonuçta bu olay Türkiye'de de Almanya'da da hâlâ işlenmiş ve hazmedilmiş değil. Bir keresinde biraz daha ayrıntıya girerek "Türk Hükümetinin savaş sürecini ve eli kolu bağlı Avrupa'yı Ermeni sorununu kökünden ve brevi manu (kısa yoldan) cebren halletmek için kullanması …", "Ermenilerin artık neredeyse kökü kazınmıştır. Kulağa zalimce geliyor ama faydalı." yazan Humann, zamanının Alman Dışişleri Bakanı Richard Kühlmann'a da Almanya'nın siyasi menfaatleri namına Türkleri Ermeniler konusunda eleştirmemeleri yönünde akıl verir.
Osmanlı İmparatorluğu'nun Birinci Dünya Savaşı'na girmesinde Hans Humann önemli bir rol oynamıştır demek herhalde abartılı olmaz. Çünkü bu genç adam artık Alman Sefareti'nde makamının ona tanıdığından çok daha fazla yetkiye olmasa bile etkiye sahiptir. Örneğin 1914 yılında Goeben ve Breslau adlı Alman savaş gemilerinin Akdeniz'de İngiliz Donanması'nın takibinden kurtarılıp uluslararası teamüle aykırı olarak birdenbire Türk bandırasına geçirilip Yavuz ve Midilli adlarıyla Osmanlı Donanması'na katılması, Alman personelin Osmanlı üniforması giymesi, bir gece yarısı şaibeli bir şekilde Karadeniz'e açılıp Rus liman ve gemilerini bombalaması fikri Humann'ın başının altından çıkar. Eli armut toplamayan Rusya Osmanlı Devleti'ne savaş ilan eder. Buradan da Montrö Mütarekesi için ders çıkarılır.
Savaşı Almanya'nın yanında Osmanlı da kaybetti. Carl Humann'ın mezarı Bergama'da. Oğlu Hans, Potsdam yakınlarında bir yerde. Yassıada'da o İngiliz'in yazlık şatosu ise duruyor hâlâ.
Türkiye'nin sivil politikacılarını idam ettiği adaya artık "Demokrasi ve Özgürlükler Adası" diyecekmişiz.
Yassıada'nın bize hatırlattığı bunca şey ne olacak?