Bir koltukta kaç karpuz taşıyabilirsiniz? Bu karpuzları zenginlik olarak mı görürsünüz, yoksa ilginiz mi dağılır? Hayat bizi bir oraya bir buraya buyur ederken bazılarımız da var ki kendilerine sunulanların kıymetini bilip “Bu işi daha nasıl iyi yapabilirim” diye kafa yoruyor. Şunu öğrendim artık. Tesadüfen kapınızı güzellikler çalabilir; fakat sizin emeğiniz olmazsa, ince ince işlemezsiniz sahip olduklarınızı, bu kalıcı olmaz. Yanıbaşımdaki arkadaşlarıma baktığımda da hep bunu görüyorum. Yüzümü gülümseten işlerin ardında kocaman bir hikâye var. Buz dağının ardında neler olup bitiyor? Erdem Özkan ile onun hikâyesini konuştuk. Müzik sayesinde tanıştığımız için ve şarkıları şu sıralar merkeze koyduğu için söyleşimizin odağı da müzik, dans ve radyo programı oldu. Birbirimizin yolculuğuna şahit olmak en güzel hediye. Yolu açık olsun.
Müzik yolculuğun nasıl başladı?
Çok küçük yaşta ailem “Bu çocuğun kulağı iyi” diyerek beni TRT Çocuk Korosu seçmelerine götürmüş. Sene 1985 sanırım. Hayal meyal hatırlıyorum. Seçmelerden birkaç gün önce bana Ilgaz Anadolu’nun Sen Yüce Bir Dağısın ezberlettiler. Sonra da Harbiye’deki meşhur radyo binasına götürdüler. Güzel, güneşli bir gündü. Dar bir koridorda bir sürü çocukla beklediğimi hatırlıyorum. Bir duvar piyanosu vardı. Benimle akran olan ve benim gibi seçmeleri bekleyen çocukların birkaçı piyano etrafında toplanmış çalıyorlardı. Gayet de güzel çalıyorlardı. Sonra ismim okundu, salona girdim. İçeride benden piyanodan duyduğum sesleri tekrarlamamı istediler diye hatırlıyorum. Fakat ben bunu yanlış anlayarak duyduğum notanın ismini söylemeye çalışmıştım. “Mi, Re, Fa” gibi, tamamen atarak elbette. (Gülümsüyor)
Sonra?
Tutmamış olacak ki bir süre sonra eve bir zarf geldi ve kabul edilmediğimi haber verdiler. Ben de yirmi sekiz yaşıma dek -sunuculuk deneyimleri hariç- mikrofondan hep kaçtım. O dönemki kız arkadaşımın ısrarıyla doğum gününde bir karaoke mekânına gitmiştik, çok istedi söylememi, ben de kıramayıp New York, New York söyledim. Mekânda bir alkış kıyamet koptu, bir sonraki şarkıyı (My Way) isteyen masadakiler mikrofonları bana getirip, “Lütfen siz söyleyin” dediler. Sonra ben Sevgili Tolga Soydaş’ın Kalamış’ta düzenlediği karaoke gecelerine sürekli gitmeye başladım.
Nasıl bir tecrübeydi?
Karaokenin en kötü tarafı sıranın size gelmesini beklemek olarak gösterilir. Tolga öyle bağırmalı çağırmalı bir ortama müsaade etmiyordu. Herkes şarkıları hakkını vererek belli bir ciddiyetle söylüyordu, çok ünlü müzisyenlerin zaman zaman geldiği bir geceydi. Dolayısıyla söylemek kadar bir başkasını dinlemek de keyifli hale geliyordu. İlk kez orada “Sen bir kayıt yapsana” dediler. Ciddiye almadım. Aradan bir, iki sene geçtikten sonra dansla müziği birleştirecek bir proje geldi aklıma. Rat Pack ve bilhassa Frank Sinatra parçalarını latin düzenlemeleriyle çalan bir orkestra ve önlerinde dans edecek profesyonel bir ekip hayal ettim. Ankara’daki arkadaşlarımla konuştum, dansçı kısmını o şekilde hallettik. Orkestrayı bulmak zaman aldı; fakat sonunda bir arkadaşım aracılığıyla Nejdi Şimşek’le tanıştım, çok önemli bir kompozitör. Sway ve My Way’in düzenlemelerini yaptı, on iki kişilik bir orkestra için. İlk duyduğumda inanamadım. Hemen Ankara’ya gittim ve bu on iki kişilik orkestrayla prova aldık.
Süreç nasıl ilerledi?
Bu parçalara uygun koreografiler yazıldı ve böylece Dance-A-Natra projesini hayata geçirmiş olduk. Bir dans yarışmasının finalinde gösteri olarak yarım saatlik bir şov sergiledik. İlk sahne deneyimim buydu. Her biri kendi enstrümanında ustalaşmış on iki profesyonel müzisyenle çıkıp üç, dört şarkı söyledim. Bir yandan da azıcık dans ettim. Harika bir histi.
Sonra?
Sonrasında maalesef bu proje yürümedi, işin dans tarafında sıkıntılar oluştu; fakat proje kapsamında Starlighters Band olarak isimlendirdiğimiz bu orkestranın kök kadrosuyla, quartet, quintet formatında düğünler, yemekler, galalar ve benzeri organizasyonlarda sahne almaya başladık. Daha doğrusu ekipteki Nejdi Şimşek, Gökhan Över, Volkan İldinç, Mehmet Arslan, Ali Erol, Serkan Alagök gibi arkadaşlar zaten sahne alıyorlardı da, ben de onlarla birlikte çıkmaya başladım. Birkaç sene bu şekilde devam ettik; fakat Ankara-İstanbul mesafesinden dolayı prova yapamama durumu, yol almamı engelliyordu.
Ne yaptın peki?
Bir şeyleri tam yapamıyor olmak fakat eksik yaptığın şeyin adını koyamamak, teşhis ve tedavide ilerleyememek ciddi şekilde canımı sıkıyordu. Sonunda bir tap dans sınıfında tanıştığım Ebru Selvikavak’ın tavsiyesine uyarak Sibel Köse Vokal Atölyesi’nin yolunu tuttum. Başlarken muhtemelen sınıfta da söylemişimdir ilk derste, niyetim farkındalık sahibi olmaktı. Aradan geçen bir buçuk senede bunu büyük ölçüde başardığımı düşünüyorum.
Dansa nasıl başladın?
İlkokuldan itibaren halk danslarıyla ilgilendim. Lisenin son yılına dek devam ettim. Hatta lise yıllarımda Fransa’da bir festivale dahi katılmıştım, toplama bir ekiple birlikte. Bizim ortaokul yıllarında Proje Haftası diye şahane bir konsept vardı. Bir hafta boyunca okula serbest kıyafetle gelir, hocaların hazırladığı aktivitelerden birini seçer ve tüm hafta o aktiviteyi yapardın. Kimisi fotoğrafçılık seçerdi, kimisi müzik, kimisi doğa yürüyüşleri. Ben de elbette kızlar ve erkeklerin ayrı okuduğu bir özel okulda on beş yaşında bir ergen olarak ‘eşli danslar’ projesini seçmiştim. (Gülümsüyor) Avusturyalı hocalarımızdan vals öğreniyorduk. Muhtemelen halk oyunlarından gelen alışkanlıkla ben mevzuyu hızlıca çözüp Viyana Valsi’nde uçmaya başladım. Hocaların “Sen daha önce yaptın mı bunu, çok iyisin” dediklerini hatırlıyorum.
Proje Haftası’nı düzenleyen okul hangisi?
St. Georg Avusturya Lisesi.
Dans için neler yaptın peki?
Oradan aldığım motivasyonla her yıl Swiss Otel’de düzenlenen Viyana Opera Balosu organizasyonuna katıldım. Bu 2007’ye kadar aralıklarla devam edecek bir alışkanlık haline geldi hatta. Her yıl iple çekerdim. Sonra üniversite yıllarımda diğer salon danslarıyla tanıştım ve Ankara’daki önemli dans okulları bünyesinde çalışarak yarışmalara katıldım. Pek de yetenekli değildim açıkçası. Bunu bildiğim için olsa gerek, aynı zamanda da tembeldim. 2004’te dizimden sakatlanınca, bırakmam için yeterli bahanenin oluştuğuna kanaat getirdim ve aktif spor yaşantımı orada noktaladım. Sonrasında -zaman zaman ne kadar çok istesem de- danstan hiç kopmadım. Dansla ilgili çalışmalarımı yönetimsel boyutta sürdürdüm. O dönem ülkemizde bir spor branşı olarak kabul edilmiyordu dans sporu. Oysa uluslararası alanda resmi bir federasyonu vardı.
Orada da çalıştın mı?
Rahmetli Ersin Uysal önderliğinde Türkiye Dans Sporu Federasyonu’nun kurulma aşamasında bulunduk arkadaşlarımızla. Bir süre Organizasyon Komitesi Başkanlığı yaptıktan sonra Ersin hocamızın zamansız vefatıyla birlikte istifa ettim. Yeni gelen yönetimle anlaşma şansımız olmayacağını biliyordum ve maalesef tahmin ettiğim gibi gelişti olaylar, özetle ülkemizin içinde bulunduğu dengesiz, usulsüz, hukuksuz, plansız, programsız, kurumsallıktan uzak yapının birebir tecelli ettiği bir durum oluştu federasyonda. Halen de devam ediyor.
Ne yaptın peki?
Bu tip durumlara karşı ülke genelinde pek etkimiz olamıyor belki bireysel olarak ama dans sporu gibi nispeten ufak bir camiada yaratabileceğimiz etkinin bir şeyleri değiştireceğine inanarak uzun yıllar çok tutkulu bir şekilde mücadele ettim. Sonunda halkların hak ettikleri şekilde yönetildikleri teorisinin, dans sporu gibi ufak kümelerde de geçerli olduğunu fark edip bu mücadeleyi askıya aldım ve bir diğer tutkum olan müziğe odaklandım. Starlighters Band kapsamında 2011-2016 yılları arasında aralıklarla sahne deneyimi yaşadım. Sibel Köse Vokal Atölyesi’nde Sibel Köse, Evrim Özşuca, Eylül Biçer, Salih Kanburoğlu gibi müzisyenlerle çalışma şansı yakaladım. Yaklaşık bir senedir, 2016 Haziran’dan bu yana da caz müziğe yer veren farklı mekânlarda sahne alıyorum. Elbette herbiri çok değerli müzisyen arkadaşlarımın desteğiyle.
Okul hayatından bahsetmek ister misin?
Çok küçük yaşta, sanıyorum dört yaşımda okuma yazma öğrenmişim. Babam öğretmiş rivayete göre. Bu yüzden olsa gerek ilkokula başladığımda hep sınıfımın bir sene önündeydim. Şişli, Kurtuluş’ta oturuyorduk. Evimizin köşesindeki Kurtuluş İlkokulu’nda okudum. Sonrasında, 1991’de St. Georg Avusturya Lisesi’ne başladım. Burada geçen sekiz sene sonrasında -normali böyleydi o zamanlar- Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’ne devam ettim. Mezuniyet sonrasında Bahçeşehir Üniversitesi’nde Stratejik Pazarlama ve Marka Yönetimi yüksek lisans programı ve yine aynı dönemde FIFA-CIES Sports Management Sertifika Programları’nı aldım. Son olarak da Kadir Has Üniversitesi’nde Spor İletişimi okudum. Biraz karışık bir eğitim hayatım oldu, farklı alanlara yöneldim ama bunun bana çok şey kattığına inanmak istiyorum. (Gülümsüyor)
Başka bölümde okuyup müzik ve dansı merkezde tutmayı nasıl başardın?
Zor oldu. Dans yüzünden üniversitede not ortalamam çok düştü. Günde beş, altı saat antrenman yapıyorduk. Rus hocamız vücudumuzu streç filmlere sarıp dans ettiriyordu. Her gün iki saat teknik, bir saat klasik bale, bir saat aerobik ve stretching çalışıp sonra partnerlerimizle kendi koreografilerimize odaklanıyorduk. Bu yoğunlukta zaman zaman okulla ilgili konuları atladığım oluyordu. Neticede bir şeylerden feragat etmek gerekiyor her zaman ve o dönem ruhum dansla besleniyordu muhtemelen ki, bundan vazgeçmeyi hiç düşünmedim. Neyse ki sene kaybetmeden mezun oldum. Müzikle ciddi şekilde ilgilenmeye başladığım dönemlerde önümde bir eğitim engeli yoktu. Eğitimin yerini bir yerden sonra ‘meslek hayatı’ alıyor. Müziğin benim hayatım üzerinde verdiği mücadele okuldan ziyade ‘işle’ oldu yani. Mesai saatleri dışındaki hayatımı müzik odaklı düşünerek bunu da hallettim. Bazen konser tarihlerinin mesaiye denk gelmesi sorun olabiliyor elbette. İzin alarak çözmeye çalışıyorum bu tip durumları.
Notalarla ilk ne zaman karşılaştın?
Notalarla ilk olarak dokuz yaşındayken tanıştım, yani 1989’da. O dönem Anadolu Lisesi ve özel okullar sınavları var ve ben her cumartesi, pazar Şişli’de bir dershaneye gidiyordum. Çıkışta da eve dönmeden Melih Kibar piyano kursuna katılıyordum. Tabii böyle söyleyince insanlar bizzat Melih Kibar’la çalıştım zannedebiliyor, öyle bir şey yok, çok değerli başka müzisyenler ders veriyordu. Hatta benim bulunduğum sınıfın hocası sonradan Eurovision Türkiye elemelerinde finale kalan bir şarkı bestelemişti. Notalarla o zaman tanıştım. Orada öğretilen ve sonraki yıllarda acı bir şekilde öğrendiğim en önemli şey ise şu oldu: Müzik nankördür, ilgini biraz kesersen hemen küsüverir. Ben de hem piyanoyu hem de nota çalışmayı yaş itibariyle en kritik dönemde bırakınca, o ana dek öğrendiğim her şey bana sırtını döndü. Sonrasında lisede Avusturyalı Herr Mair’in dersleriyle biraz barışır gibi olduk notalarla ama aramızı tamamen düzeltmemiz yıllar aldı.
Puławy Jazz Workshop’a katıldın, nasıl geçti? Orada neler yaptın?
Baştan sona çok keyifli bir seyahat oldu. Her köşesinde ayrı bir müzisyenin olduğu, farklı bir enstrüman sesini duyduğun bir mekânda, her dakikası müzikle dolu on gün geçirdik. Orada fark etmek mümkün değil, her şey çok hızlı gelişiyor ama sonradan burada anlıyorsun ki çok şey öğrenmişsin. Bu kadar yoğun bir şekilde, bu denli usta müzisyenlerin yaptığı müziğe maruz kalırsan bu zaten kaçınılmaz bir durum. Sanıyorum en büyük katkıyı final konserleri öncesinde çalıştığımız müzisyenlerden aldım. Sadece bana ayırdıkları vakit içerisinde değil, sınıftaki diğer vokalleri dinlerken de onları takip ettiğimde daha önce bilmediğim birçok şey öğrendim. Sahnede arkanda olup bitenden çoğu zaman haberin olmuyor başlarda. Dışarıdan gözlem yapabilmek şart. Bunu da orada fazlasıyla yapma şansım oldu.
Final konseri…
Elbette final konserinde tamamen dolu, koca bir salonda performans sunmak da büyük keyifti. Müzikal gelişimin haricinde çok güzel dostluklar da edindiğimi düşünüyorum. Belki bugün yarın değil ama ileride Polonya’da tanıştığım insanlarla müzik sayesinde yeniden görüşeceğime ve hatta birlikte çalışacağıma eminim.
Bu yaz nereye gitmeyi planlıyorsun?
Polonya bu yaz da “Gel” diye fısıldıyor kulağıma. Öte yandan Avrupa’nın farklı yerlerinde, bilhassa İtalya’da güzel festivaller ve çalıştaylar var. Bunları değerlendirmek de istiyorum. Henüz bir karar vermedim. Zira iyi düşünmem gerekiyor, malum bir yandan günlük işim, bir yandan radyo, bir yandan müzik vakit konusunda sıkışıklık yaratıyor. Bu yazla ilgili kesin olan tek plan 16 Ağustos-3 Eylül arası Selimiye, Piano Jazz Bar’da sahne alacak olmam. Umut (Umut Ünleyen) tam bir senedir ballandıra ballandıra Selimiye yazlarını anlatıyor. Heyecanla bekliyorum.
Şu sıralar nerelerde sahne alıyorsun?
Geçtiğimiz sonbaharda sezonu 60m2 ile açtık. Sonrasında The Badau Istanbul ve Soho House’da bol bol çalma fırsatı bulduk. Birbirinden farklı enerjileri ve atmosferleri var. Soho House sahnesinde enerji yüksek oluyor, gerçekten çok keyifli. The Badau’da ise müthiş bir yoğunluk hissediyorsunuz sahnede. Seyirciye o kadar yakın olmak, herkesin tamamen sahneye odaklanması muazzam bir his. The Badau’nun o açıdan ayrı bir yeri var. Yemekleri de cabası.
Başka şehirler de oldu mu?
Geçtiğimiz aylarda Ankara’da Voodoo Blues’da Zeynep Ömür’le birlikte Çifte Standart ismiyle çıktık. Son olarak da İzmir’de Kepler Social House’da çalma fırsatı bulduk ki oraya da ayrı bir parantez ve hatta paragraf açmakta fayda görüyorum. Gerek işletme olarak gerekse dinleyici açısından müthiş zevkli bir mekân Kepler. Sevgili Ahmet, İzmir’de olduğumuzu her anlamda hissettirdi ev sahipliğiyle. Önümüzdeki dönemde İzmir’e daha sık gitmek istiyoruz.
Radyo programınız nasıl gidiyor?
Gayet keyifli gidiyor. Kent FM’de Cenk’le (Cenk Miroğlu) programa, geçtiğimiz Haziran sonu başlamıştık. Arada frekans değişikliği oldu radyonun. Son birkaç aydır 101.4 frekansında her Salı (21:00) ve her Pazar (20:00) yayında oluyoruz. Salı programı RockDeŞambır ismine uygun şekilde Rock ve Blues ağırlıklı çalıyoruz. Cenk Pazarları pek gelemiyor, evde ikizlerle mesaide oluyor. Eşi, resmi ‘konu bulucumuz’ Tuba da keza öyle. Ben de pazar akşamları biraz daha caza yer veriyorum ve farklı konuklar alarak ilerliyorum. Fakat muhabbet baki, o hiç değişmiyor. Arayanlarla sohbet etmeyi seviyoruz. Güzel bir dinleyici grubumuz oluştu. Her hafta arayanlar var, özel olarak radyo başında bekleyenler var, her yerden, her iş kolundan, görüşten insan dinliyor. Müthiş keyif alıyoruz. Zaten Cenk’le çocukluk hayalimizdi, daha ne isteyelim?
Yazıyla da ilgileniyorsun değil mi? Spor yazıları…
Evet, sporla da çok ilgiliyim. Son dönemde müzik her şeyin önüne geçtiği için pek vakit ayırdığım söylenemez ama halen elimden geldiğince takip ediyorum. Bizim futboldan biraz soğudum, ülkeyle ilgili yanlış olan her şeyi tümüyle barındırıyor ve besliyor futbolumuz. Eskiden maçlara giderdim mesela, artık televizyonda dahi izlemiyorum. Basketbol takip ediyorum onun yerine ama en çok da Amerikan Futbolu uykusuz Pazar gecelerimin sebebidir.
Evet, Spor İletişimi’de okumuştun…
2015’te Spor İletişimi okudum evet, bu alanda çalışmak istiyordum. Spor camiasının, özellikle medyanın önemli isimleriyle tanışma fırsatı buldum. Beraber okuduğumuz arkadaşlarla www.tandemdergi.com’u başlattık. Ana akım spor medyasının spotuna giremeyen konuları veya farklı bakış açılarını işlediğimiz bir spor mecmuası. Güzel işler çıktı ortaya, ana akım medyanın da dikkatini çeken ve paylaştığı. Aslında çok değerli arkadaşlar var bu işi profesyonel olarak yapmak isteyen, bunun eğitimini alan, inanılmaz okuyan, takip eden, araştıran, rahmetli İslam Çupi’nin deyimiyle ‘heveskâr’ gençler var. Bu gençlerin sektörü yönetenler tarafından ne kadar değerlendirildiğini oturup irdelemek lazım.
Frank Sinatra ile özel bir ilişkin var, değil mi? Ne zaman başladı?
İlk kez ne zaman Sinatra dinledim, ne zaman “Vay arkadaş, ne güzelmiş” dedim hatırlamıyorum. Zaten bunu hatırlamazsın. Sinatra öyle bir adam, ne zaman nerede dinlediğini bilebileceğin biri değil, her zaman her yerde çünkü. Fakat My Way’in, New York New York’un, Fly Me to the Moon’un ötesine üniversite yıllarımda geçtiğimi hatırlıyorum. Dans vesile olmuştu. Dans sporunda da Latin Amerika’nın yanında, tıpkı caz standartları gibi bir de Standart danslar vardır: Foxtrot, Quickstep, Viyana Valsi gibi dansları kapsar. Özellikle Foxtrot ve Quickstep için çalınan parçalar caz standartlarıyla çok örtüşür. Medium Swing ve Uptempo Swing kullanılır bu danslarda. Ben de o dönem bir yarışmaya hazırlanırken elimde geniş bir şarkı havuzu olması için gidip ne kadar Sinatra veya Rat Pack albümü varsa almıştım. Müziğe odaklandığım dönemde de buradan bildiğim sevdiğim şarkılarla başladım her şeye. Frank Sinatra’yı özel kılan şey sanıyorum herkes için sesinden çok yorumu ve usta işi hikâye anlatıcılığı. Biliyorsun, caz hikâyelerden oluşuyor ve enstrümanınız ne olursa olsun -ki ses de bir enstrümandır- hikâyeyi kendi yorumunuzla, anlaşılır bir şekilde aktarmak gerekiyor. Sinatra vurgularıyla, cümleleriyle, hikâyedeki hisleri aktarmasıyla bambaşka bir yerde duruyor benim gözümde.
Hayallerin neler?
Çok hayalim var. Başka türlü, hayaller olmadan bir insan nasıl yaşar bilemiyorum. Şükür ki hep çok hayalim oldu. O yüzden şimdi hepsini saymam mümkün değil. Fakat henüz birkaç sene öncesine kadar, sen de gayet iyi biliyorsun aslında Hande, “Bir gün o sahnede olacağım” diye bir hayalim vardı. Bu gerçekleşti. Burada bitmiyor tabii, bitmemeli. Bir hayalin gerçekleşince, yerine hemen başka bir tane koyabilmek lazım. Ben de hemen böyle yaptım. Mesela şu an yurt dışında sahne almak istiyorum. Bu yönde bağlantılar kurmaya çalışıyorum. Tabii en büyük hayalim yıllardır değişmedi: Bir Big Band ile sahne alabilmek.
Repertuvarını hazırlarken nelere dikkat ediyorsun?
Öncelikle nerede çalacağımıza, hangi enstrümanlarla çıkacağımıza bakıyorum. Daha önce Soho House’ta quintet halinde çaldığımız bir parça çok iyi oldu diye, The Badau’da davulsuz, trio halinde çıkarken çalmak ve aynı sonucu beklemek doğru olmaz. Aynı parçayı kullanacaksak da başka bir hale çevirmek gerekir. Mekâna, ses sistemine, kullanılacak enstrümanlara uygun parçalar seçmek ilk şart. Sonrasında performansın bir bütün olarak tansiyonunu nerelerde değiştirebileceğimize bakıyoruz. Nereye ballad koymamız gerektiğine, ballad’dan sonra bossa mı yoksa swing mi kullanacağımıza karar veriyoruz. Bunlar sanıyorum herkesin dikkat ettiği teknik hadiseler. Bir de mutlaka sahneyi paylaşacağım müzisyenlere tercihen performanstan bir, iki hafta önce kafamdaki listeyi gönderir fikirlerini alırım. Eklemek istedikleri bir şarkı olup olmadığını sorarım. Sevmediğim bir şarkıyı söylemek istemem. Mutlaka müzisyenlerin de sevmedikleri parçalar vardır ve eminim ki onlar da aslında o şarkı yerine başka bir şey çalmak isterler. Neden eziyet edelim ki birbirimize, ortak noktada buluşur, kolektif olarak eğleniriz, daha iyi. (Gülümsüyor)
Müzikten para kazanmak zor mu? Nasıl?
Bence hayatta sevdiğin şeyi yapmak ve geçimini bu şekilde sağlamak kadar güzel bir şey yok. Mutluluğun anahtarı olabilir bu, o derece. Öte yandan, hayatta sevdiğin şeyi iş olarak yapmak ve hayat kaygılarını buradan gelecek paraya bağlamak kadar da fena bir şey yok. Severek, keyifle yaptığın bir şey bu noktada hayatının bir stres kaynağı haline gelmeye başlıyor. “Acaba önümüzdeki ay şuradan iş alabilecek miyiz”, “Acaba nerelerde çıkacağız”, “Filanca yerden de paramızı alamadık” gibi kaygılar devreye girdikçe bu sefer o çok sevdiğin şeyden soğumaya başlıyorsun. Bu sadece müzik için geçerli değil aslında. Dansta da durum farklı değil.
Ballad, swing, blues, funk, latin… Ağır basan var mı?
Özel olarak bir ayrım yapmıyorum. Latin, blues, funk, hepsinde çok sevdiğim şarkılar var. Fakat repertuvar hazırlarken orijinali swing olan parçaların ağır bastığını görüyorum bazen. İlk zamanlar daha önceden bildiğim parçalara yönelme eğilimi gösterdiğimden olabilir belki; fakat bu bilinçli bir tercih değil.
Çaldığınız ekip nasıl bir araya geliyor? Bu işler nasıl yürüyor?
Aslında sabit bir ekip var diyemeyiz. Yapılacak işin tarihine ve yerine göre değişiklik gösteriyor genelde ekipteki isimler. Biraz da sahne dışında ne kadar vakit geçirdiğinle ilgili belki de. Daha çok vakit geçirdiğin kişilerle sahnede daha rahat ediyorsun, daha net iletişim kuruyorsun, kafan rahat oluyor. Öte yandan sahne dışında ne kadar vakit geçirdiğin de ciddi şekilde sahnede ne kadar vakit geçirdiğinle ilgili. Birileriyle ne kadar çok sahneye çıkarsan, o program öncesinde ve sonrasında o kadar çok iletişim kurmuş oluyorsun. Böyle karmaşık bir denklem var.
İlk isimler kimdi mesela?
Beraber çalmak üzere ilk prova yaptığım isim Baturay Yarkın’dı. Baturay’ın Hollanda’da olduğu dönemde bana gelen program davetleri üzerine Volkan Burç (60m2) ile irtibat kurdum. Benim tanıdığım ve beraber sahneye çıktığım müzisyenlerin tümü Ankara’da kalmıştı çünkü. Volkan da Burak Reşit Cihangirli ile tanıştırdı. Böylece Burak, Umut Oymak ve Umut Ünleyen ile ilk programımızı yaptık. Onlar zaten çok iyi arkadaş. Biz de iyi anlaşınca ekibi bozmadan bir süre devam ettik. Sonrasında Enver Muhamedi’yle de çalıştık, Necmi Taşkıran’la da. İzmir’e gideceğimiz zaman oradan bir basçı bulmamız gerekiyordu. Bu da Osman Yıldız’la tanışmamıza vesile oldu, onunla da çok iyi anlaştık hem müzikal olarak, hem de sosyal olarak. Soho House’tan davet gelince Şenova Ülker’e gittik, kırmadı sağ olsun. Keza Bulut Gülen de öyle. Kısacası bu işler nasıl yürüyor dedin ya, tamamen network meselesi. Biraz sosyalleşmek yetiyor. Tek yapılması gereken o ilk domino taşını devirmek. Gerisi kendiliğinden geliyor aslında. Yine de en önemli konu, sahne kadar, sahne dışında da anlaşabildiğin insanlarla birlikte bir şeyler yapmaya çalışmak tabii ki.
Şu sıralar dinlediğin müzik nasıl?
Fena halde Nils Landgren dinliyorum bu aralar. Trombon da çalmasından mıdır bilmiyorum, sesi son derece rahatlatıcı. Fakat daha önemlisi sanıyorum kayıtlarındaki düzenlemeler. Bir de verse kullanıyor ekseriyetle, hoşuma gidiyor. Dinlediğim bir diğer vokal de Paul Marinaro. İki, üç saatlik konser kayıtları var YouTube’da, Live At The Whiskey Lounge ismiyle. Daha önce duymadığım pek çok şarkıya rastlıyorum bu kayıtlarda. Bunun yanında her ay bir müzisyene veya döneme odaklanmaya çalışıyorum. Bu ay Duke Ellington’a odaklıyım. Geçen ay da Umut Ünleyen’in taşınma sürecinde bana misafir olması hasebiyle Keith Jarrett ve Chick Corea ayı yaptım mesela, tam olarak kendi tercihimdi diyemem ama iyi oldu. (Gülümsüyor)
Nardis Caz Vokal Yarışması’nda izleyiciler arasındaydın, neler gözlemledin/düşündün/hissettin?
İlk düşündüğüm ne kadar kıymetli bir şeyin parçası olduğumuzdu. Kabul etmemiz lazım ki Türkiye’de caz müzik aslında bir yerde azınlık konumunda. Pop müziğin, arabeskin veya tam olarak neye tekabül ettiğini bilmesem de fantezi müziğin bu denli revaçta olduğu bir ortamda cazla ilgili bir şeyler yapmak öyle küçümsenecek bir şey değil. O sahneye çıkan ve hatta kayıt gönderip de çıkamayan herkes, çalan müzisyenler, o gece çalmayan ama başka mekânlarda, zamanlarda çalan müzisyenler, sen, ben, atölyedeki herkes. Aileyiz aslında.
Nasıl aile?
Mesela anne tarafım kalabalıktır. Bazen bayramlarda bir yerde toplandığımızda üç haneli rakamlarda olur katılımcı sayısı ve benim tanımadığım bir filanca teyzem ya da falanca amcam mutlaka çıkar. Caz ailesi de öyle. Herkes herkesi tanımıyor ama aslında herkes bir şekilde akraba gibi. Aynı hevesi taşıyoruz. Bunun kıymetini daha çok bilmeliyiz belki de ve daha çok bir araya gelmeliyiz. Hatta en son 30 Nisan Dünya Caz Günü kapsamındaki etkinliklerde bunu yaşadım. Sevgili Orçun Kaya’nın The Badau’da sene boyunca yakaladığı karelerden oluşan bir fotoğraf sergisi açıldı o gün. Harika bir iş bu arada. O gün o kadar çok cazla ilgilenen insan geldi ki oraya, kendimi bayramlardaki aile toplantılarımızda gibi hissettim. O yüzden karşılaştıklarıma “İyi bayramlar” diyordum.
Başka?
Bir de Sibel Köse ile çalışmanın ne kadar önemli olduğunu düşündüm. Bir şeyler öğrenmek, kendini geliştirmek isteyen biri için muazzam bir şans bu. O sahnede izlediğim her şeyde, her anda Sibel Köse’nin kulağımıza küpe ettiği cümleler geldi aklıma. Sadece Sibel Hoca özelinde düşünmemek lazım. Bu bir heves de olsa, hobi de olsa, tamamen profesyonel yaklaşılan bir kariyer hedefi de olsa, zevk alarak yaptığı şeyin kurallarını, kaidelerini, etiketini veya tabir caizse raconunu öğrenmek için işin profesyonellerine kulak veren herkes için geçerli.
Müzik, dans yolunda seni en çok ne rahatsız etti?
Her ikisinde de rahatsız edici noktalar birbirine fena halde benziyor.
Mesela her ikisinde de ego bazen sıkıntı yaratabiliyor. Eşli danslar da, tıpkı müzik yapmak gibi, performans boyunca egoların -belli ölçüde- bir kutuya kapatılıp ortadan kaldırılmasını gerektiriyor. Bunu yapıp, partneriyle hedeflerini ve bilincini senkronize edebilenler daha uzun vadeli çalışıyor ve daha başarılı oluyor. Yapamayanlar içinse o performanslar kabus haline gelebiliyor; fakat sanırım beni her iki alanda da en çok rahatsız eden şey, yaptığı şeyin değerini bilmeyen, sevdiği işi meslek olarak yapabilmenin kıymetini kavrayamamış ve içinde bulunduğu camianın toplam kalitesine katkı sağlamaktansa “Pastadan diğerlerine göre bir dilim fazla nasıl koparırım” kafa yapısındaki insanlar, çok net söyleyebilirim ki, bu model insana ayıracak hiç vaktim yok.
Küçükken de söyler miydin?
Hiç hatırlamıyorum şarkı söylediğimi. Sadece ailemle uzun yola çıktığımızda arabada caz standartlarının daha popüler kayıtlarını içeren Anılar serisinin kasetleri dinlenirdi, onu hatırlıyorum. Bazı şarkıları -tabii ki sözlerle alakası olmadan- söylemeye çalıştığımı hatırlıyorum. Bir de Joan Baez dinlenirdi. Ona da eşlik ederdim kendimce.
Tamirane Open Mic’i ilk nasıl keşfettin?
Bir dönem, henüz aktif olarak sahneye çıkmadığım dönemde bir arkadaşımla sürekli gittiğimiz bir Karaoke Gecesi vardı Kalamış’ta, bahsetmiştim. Tolga Soydaş organize ederdi. Orada söylerken bundan ne kadar keyif aldığımı fark ettim ve farklı seçenekler aramaya başladım. Jazz Open Mic ile de bu arayış sonucu tanıştım. Elif Çağlar Muslu Nardis’te düzenliyordu o sene. Bir akşam arkadaşlarımla rezervasyon yaptırdık, gittik. Müthiş bir özgüven var bende, çünkü daha yeni ilk sahne deneyimimi yaşamışım. Yanılmıyorsam Uraz Kıvaner, Ferit Odman ve Kağan Yıldız’ın çaldığı bir akşamdı. Son derece kendinden emin bir şekilde çıkıp Sway söylemiştim. Şimdi geri dönüp bakıyorum, ne tempo vermişim, ne de tonu kararlaştırmışım. “Biraz latin kıvamında olsun” deyip şarkıya girmelerini beklemişim. Neyse ki solo almalarına müsaade etmişim ama o gece bir şeyleri fark ettim. Evet çıktım söyledim ama bu sahnede başka bir şeyler dönüyor, benim bilmediğim bir şeyler var ve bunları öğrenmeliyim diye düşündüm. Bu yüzden de Open Mic gecelerine daha sık gidip hem müzisyenleri, hem vokalistleri izlemeye başladım. Bunun yetmediği noktada da zaten atölye ihtiyacı doğdu.
Bundan sonra neler yapmayı planlıyorsun?
Şu an çok uzun vadeli hedeflerim yok. Uzun vadede bahsettiğim gibi sadece hayallerim var. Bunlara erişmek için geçmem gereken bazı güzergâhlar var. Ayaklarımı yere sağlam bir şekilde basarak, sakince tecrübe kazanarak, yeni dostluklar edinerek, mutlu olarak ve mutlu ederek bugüne dek tanıştığım ve tanışacağım müzisyenlerle sahne paylaşmak istiyorum. Bunları yapabilirsem gerisi kendiliğinden gelir diye düşünüyorum.
Hangi caz standardları ile vakit geçiriyorsun şu sıralar?
Her yeni sahne programı için üç, dört yeni parça hazırlama hedefim bu ay beni There Will Never Be Another You’ya getirdi tekrar. Daha önce söylediğim bir parçaydı fakat Nils Landgren’den verse’leri duyunca tekrar dönüp bakmak istedim. Sonra da yine böyle kendisini bildiğim ama verse halini bilmediğim şarkıları araştırdım. Don’t Blame Me ve I Wish You Love şu an aklıma gelenler. Bir de Umut Ünleyen’in benden talepleri oluyor. Şu sıralar Soul Shadows ve One Day I’ll Fly Away gündemimiz. Nilgün Abla (Nilgün Gençer Arıkan) da sürekli yeni parçalar göndererek bu araştırmacı halleri canlı tutmamı sağlıyor, eksik olmasın.
Müziği icra eden kişilerin bu işin organizasyonunu, iletişimini de üstlenmesi hakkında ne düşünüyorsun? Aslında bir tür girişimcilik gerektiriyor kendi kendini sunmak ve sürdürülebilirliği sağlamak. Hatta kaba olacak belki ama bir marka yaratmak…
‘Marka yaratmak’ kalıbını kaba bulmuyorum. Kulağımızda kirli bir algısı var marka sözcüğünün. Ticari bir algısı var. Kurumsal hayatta ofiste içtiğimiz çayın karşılığında verdiğimiz pullar olurdu eskiden, hâlâ var mı bilmiyorum. O pullara ‘marka’ derdik mesela. Kötü bir algı o. Aynı şekilde ‘marka’ kelimesi pazarlama sektörüne ait bir kavram. Pazarlama da insanlara itici gelebiliyor, bu da kötü bir algı. Oysa bence marka olmak sadece ticari bir kavram değil. Artık herkes tarafından kabul edilmiş, ortak görüş olarak paylaşılan ve saygı duyulan bir isim, bu isim telaffuz edildiğinde akla gelen değerler, prensipler, yöntemler, kısacası o isme dair her şey marka aslında.
Mesela?
Yani bugün Zeki Müren dendiğinde aklıma son derece kibar, düzgün konuşan, titiz, bakımlı, kültürlü ama ukala olmayan, hepsinin yanında harikulade bir sese sahip efsane bir sanatçı geliyor. Bu Zeki Müren markası işte. Bana sorarsan o dönemde bugünküne benzer bir pazarlama anlayışı olmadığından markalaşma gibi bilinçli bir proje de yoktu; fakat sorunda bahsettiğin girişimcilik, iletişim mutlaka bir şekilde yapılıyordu. Bunlar yapılmasa ve sürdürülebilir olmasa, bugün ismini telaffuz ederken bile tüylerimizi diken Zeki Müren markası oluşamazdı. Sonuçta ona dair her şeyi isminin parantezinde topluyoruz. Günümüzde bunları müziği icra eden kişi kendisi mi üstlenmeli yoksa bir ekiple mi çalışmalı sorusuna tercih meselesi diyebilirim sadece. Benim tercihim kendim iletişim kurup, işin her tarafıyla bizzat ilgilenmek yönünde. Sadece bugün değil. İleride çok büyük projelerin parçası olsam da kendim ilgilenmeyi tercih ederim diye düşünüyorum. Bu hem organizasyon alanındaki geçmişimden geliyor, hem de bu şekilde sanırım daha rahat hissediyorum.
Çocukken, kimse senden bir şey istemezken ne yapardın? Nasıl oyunlar oynardın?
Tek çocuğum ben, çok kuzenim var ama kardeşim yok. Zaman zaman kuzenlerle oynadığımızı hatırlarım, hayal meyal; fakat kendimi bildiğim andan itibaren bilgisayarlar hep hayatımın bir parçası oldu. Babamın eve kocaman kasalı ama sadece 64-bit ile çalışan Commodore 64 getirdiği günü hatırlarım mesela. Hayatımın çok büyük bir bölümü bilgisayar oyunlarıyla geçti. Bu hiç de öyle söylendiği gibi beni asosyal bir insan yapmadı. Hatta bilakis fazla sosyal bile olabilirim. (Gülümsüyor) Tabii çocukluğumun tamamı evde geçmedi. Sanıyorum çocukluğunu gerçek anlamda sokaklarda geçirebilen son nesillerden birine aitim. Sabah on sularında evden çıkıp mahalledeki büyük top sahasında akşam sekizde babam gelene kadar maçlar yaptığımızı hatırlarım. Onun dışında da çok hayal kurardım. İzlediğim filmler, oynadığım bilgisayar oyunları o hayallere yön verirdi. Buralardan beslenirdim. Hâlâ da kurarım aslında. (Gülümsüyor)
Rolün büyüğü küçüğü olur mu?
Bunu cevaplamanın iki yöntemi var ve nereden baktığına göre değişiyor sanırım. Ürünü yaratanlar tarafından bakacak olursak, o ürünün her bir köşesinde başka bir zanaatkârın dokunuşu olabilir. Müzikte de belirli bir performansın ortaya çıkmasında o an sahnede bulunan herkesin payı vardır. Bunu küçük veya büyük diye sınıflandıramayız. Bir klasik müzik orkestrası düşünelim. Sergilenen eserde hangi enstrümanın parçada daha çok duyulduğu, hangi enstrümanın daha az nota bastığı üzerinden gidilirse çok yüzeysel bir şekilde büyük rol-küçük rol ayrımı yapılabilir elbette; fakat dinlediğiniz performansın size hissettirdikleri bir bütündür ve bunda her enstrümanın payı vardır. Bu yüzden bence sahnedeki herkes eşittir. Zaten sahnede bu konuda mutabık kalındığında genelde çok güzel işler yapılıyor.
Seni nasıl takip edebiliriz?
Şu an müzik çalışmalarıma ait bir web sayfam bulunmuyor. İleride böyle bir çalışma yapabilirim, bilemiyorum. Şimdilik konser duyurularını Facebook ve Instagram gibi sosyal medya uygulamaları üzerinden, kişisel hesabımla yapıyorum. Elbette sahne alacağımız mekânların da sosyal medya paylaşımları oluyor. Özetle, en azından şu an için, takip etmek isteyenlere tavsiyem sosyal medyayı kullanmaları olur. (Gülümsüyor) Facebook’ta Erdem Özkan https://www.facebook.com/ErdOzkan, Instagram’da ise erdozkan hesabından takip edebilirsiniz.
Ankara'da Starlighters Band ile yapılan ilk prova kaydı / Sway
Sway by Starlighters (Stüdyo Kaydı)
Polonya Puławy 16 Temmuz 2016 Cumartesi Final Konseri / That’s Life
İlk The Badau konserinden, Kasım 2016 / Angel Eyes
30 Mart'taki son The Badau konserinden / Don’t Let Me Be Lonely Tonight
Devil May Care - Tamirane Open Mic
Sıradaki konserler:
10 Mayıs Çarşamba Soho House (21:30)
12 Mayıs Cuma Avusturya Liseliler Derneği Schnitzel am Bosphorus - Sardunya Karaköy (20:00)
19 Mayıs Cuma The Badau İstanbul (20:30)