Mavi yolculuğa çıkmadan önce duyduğum iki şey:
1- Şinorkel al mutlaka!
2- Teknede kimler var?
Gruptan sadece bir kişiyi tanıyorum.
Yolculuk... Ta içime en derinlere... Masmavi... Başladı!
Menemen sarımsaklıydı. Suyun Ph’ı -çok yüksek- 8.84’tü.
Gazeteci Oluyorum kitabımı gözlüklüklerimi düzelte düzelte okurken bir de baktım ki teknede iki gazeteci varmış!
Tatil yapmak için izin istemenin nasıl bir his olduğu hakkında konuştuk.
Yeni tanıştığımız insanların önüne sanki CV koyuyoruz.
“Al bak, bunları yaptım, ben buyum, tanışalım” der gibi.
Oysa kendimi anlatmak istemiyorum aslında. Sessiz de kalınmıyor.
Hem ne kadar anlatırsam anlatayım, içimde, doyuramadığım bir olmamışlığa çarpıyorum.
Kendimi mıncık mıncık eleştiriyorum.
Hem o tanışmalar başka türlü olmuyor mu zaten?
Suyu uzatırken, havluyu tutarken, güm diye ağzına geleni söyleyiverirken...
Arılar geliyor.
Tabakları getiresim var. Hizmet etme isteği midir nedir bu?
Sakin olup kalkmamayı başarabildim.
Dinlenmeye geldim çünkü ben.
Gluk gluk gluk. Boğulacağım sanıyorum. Ekipten kimse -sanki- şinorkele meraklı değil. Hani şinorkelsiz olmazdı? Zaten denizin altı şuramda gibi, çok yakın, berrak, görünüyor buradan da. Ay, yok yapamayacağım, alın şu şinorkeli, bir sonraki sefere artık.
Sihirli su içiyoruz. İçinde zencefil, nane, limon var. Tüm gün bizimle.
Ayağıma kıymık batıyor. Minicik. Gözle görülmüyor.
Akın çıkarıyor hemen. Cımbızı var.
Ne tuhaf, ufacık ama öyle çok acıtıyor ki...
Papaz’ı gördüm. Ballı Su, Yedi Adalar, Kisebükü, İngiliz Koyu, Kleopatra rotasında Küfre koyunda. Bal ve kekik satıyor. Bazen sandalyesini bırakıyor. O zaman da “parayı taşın altına koyun, hırsıza bedava” yazılı notu etrafa göz kulak oluyor.
Balların küçüğü 5 euro, büyüğü 10.
Tepeye çıktık. En yükseğe. Kök çakra meditasyonu yaptık orada.
Dağa karşı bacaklarımızı açtık. Doğum yapar gibi. Ağladım. Şifa diyorlar.
Elimi tuttu. Gözlerim kapalıydı. Ona güvenemedim. Önden gidiyordu.
Beni düşürecek sandım ama öyle olmadı.
Küçük tırnağım gitmek istedi. Onu serbest bıraktım. Kopmuş. Deniz çağırdı belki de.
Bildiğin, salya sümük ağlıyorum bu kez, uykulu meditasyondayız.
Yaşamayı bu kadar severken nasıl oldu da ölmeyi istedim ki ben?
Gözüm aktı durdu günlerce. Biriken acılar gidiyormuş.
- Önceden böyle değildin sen.
- Evet değildim.
- Söyle hadi: Taşıdığım yükleri...
- Taşıdığım yükleri...
- Bırakmaya niyet ediyorum...
- Bırakmaya niyet ediyorum...
10 kilo patates alsak, duvarın dibinde dursa, ne çok yer kaplar değil mi?
Bedenimizin tam olarak neresine sıkışıp saklanıyor acaba bu -fazla dediğimiz- kilolar?
Deniz meditasyonu başladı. Kız kardeşliğimizi kabul edip kıskançlık enerjisini serbest bıraktık.
Eril enerjiye, güneşe, bedenimizi açtık (Bu laflar afilli oldu, mayosuz yüzdük yani).
Kaya meditasyonu. İlk regl olduğumuz gün. Yine böğekkk diye ağlamaya başlıyorum.
Bu arada, tekne, güneş enerjisi ile dönüyormuş.
Bardak yıkama makinesini çok ilginç buldum. “Kuavk” diye yutup parlatıyor. Kaptana diyorum ki:
- Siz niye yüzmüyorsunuz?
- Yüzdük. Siz görmediniz (Gülümsüyor).
Oh, iyi bari. Rahat edemiyorum yoksa.
Nerede, ne zaman yediler, onu da hissetmedik zaten hiç...
Vampir sinekler beni yemiş!
Kahve fincanlarını ele geçirdim.
O kahve tepsisini taşırken niye bu kadar zevk alıyorum?
Mavi yolculuğun, adaya düşmek gibi bir şey olduğuna karar verdim (fakat adaya da hiç düşmedim) bu arada. Kaçacak yer yok.
Evlilik -çocuk- isteyenler var. Sessizim. Soruyorlar bana da.
Uyumsuz hissediyorum:
“İşte, heteroseksüel durumlar, evlilik, tek eşlilik falan, bik bik, yani hemen herkes aldatıyor sonuçta, vik vik, yani bence dürüst değil, bilmiyorum ama, cik cik, inandırıcı gelmiyor bana.”
Agora tiyatrosundayım. Kilise var burada.
Ağacın dibine gidiyorum. Bebeğimle vedalaşıyorum. Mezarındaki taşları temizliyorum (bildiğin fırlata fırlata).
Yere uzanıp toprağa sarılıyorum.
Ellerimi uzatıyorum ama gökyüzüne değmiyor.
Selam veriyorum.
Alkış!
Önceki hayatlarımızda o adaya gelmişiz.
Sedir Adası...
Teknenin kıçındaki meditasyon yine ağlattı.
El ele tutuştuk.
Ayakkabısız yaşamak çok güzel.
Tanrım! Birbizimize yemek yedirdik!
Yaşlı olmak, bebek olmak, döngü, yedirmek, yedirilmek...
Sesler uğulduyor. Hollandalı ve Alman müşteri daha iyi oluyormuş.
Tuzu isterken sesim niye inceliyor, asıl bunu düşünmeli.
Yelkenlisiyle dünyayı dolaşan ilk Türk olan Sadun Boro'nun deniz kızı heykeli var suyun içinde.
Arılar kahve yakınca gitti.
Horozlar, martılar, cırcır böcekleri...
Horladığım tescillendi!
Hep dışarıda, yıldızların altında uyuduk birlikte.
Dolunay...
İlk gün, uyurgezer olup suya düşeceğim sandım.
Kadın kaptan varmış! Onu da iki arada bir derede öğrendim.
Kaplumbağa gördüm. 40 santim boyunda olmalı! Onunla yüzdük birlikte.
Şeref, Akın ve Ahmet kaptan ne kadar da güler yüzlü. İnsan sarrafı olmuşlar, öyle dediler.
Tırnaklarım ojesiz çok güzel. Denizle temas edip hava alıyor. Bunu seviyorum!
Bacaklarım kıpkırmızı oldu, acıdan duramadım. Şeref, “Yoğurt sür, geçer hemen” dedi, getirdi. Ne kadar çabuk üfledi o yoğurt bacaklarımın gerginliğine...
Sonra, Akın, bizi, tır tır’la gezdirdi.
Kamarada “pikuvvv” diye her şeyi yutan sifon var. Musluk da uzayınca duş oluyor.
Şarkı söyledim o gece.
“Tam tam” dansı yaptık.
Evimizi çizdik kıyıya.
Benimki, suyla çok temas eden ve sadeleştiğim, taş bir evdi.
Mayosuz yüzdük. Eder iki. Niyetler...
Bırakmak istediklerimizi yazdık. Dileklerimizi de...
Grupta, Allah inancı ve teslimiyet, ne çok vardı!
Tekneye günaydın diyememek buruk.
Sallanıyoruz sanıyorum ama yatak yerli yerinde.
Tenim azıcık koyulaşmış.
Pamuk değilim artık.
Klorlu havuzda yüzdüm.
Birkaç tanıdık ses.
Öyle işte.
İşe geldim şimdi.