Depo: Akıl Hastanesinde Hayat bir belgesel... Can Dinlenmiş ve Ege Kanar kameranın başında...
Bu geçtiğimiz yaz... Ölüp ölüp diriledururken* Facebook’ta gördüm ki bir otelde ön gösterimi var Depo’nun.
Adı üstünde. Sahiden depo. İçine insanları tıktıkları...
Tek isteğim durmaktı benim, az önce bahsettiğim dönemde... “Duracak bir yer yok mu” diyordum. Gözüme kestirdiğim yerlerden biriydi orası.
Belgeseli sadece ve sadece bunun için izlemeye gittim. Aklıma yatsaydı, “alın beni de götürün koyun oraya n’olursunuz” diyecektim.
Şunları gördüm filmde:
• Olur da yatarsam katmerli dışlanmalar doğuracağım.
• İlaçlar beni sersemletecek.
• Hemşireyi dövmek isteyeceğim.
• Onlara göre taşkınlık olan bir şey yaparsam beni yoğurt sarar gibi bağlayacaklar; nizamına göre, kuduracağım.
• Puan almak/performans toplamak için bana anlayamadığım bir şeyler yapacağı pek olası şu görevlilerle geçecek zaman…
• Çatal, bıçağım olmayacak. Bir yerime sokma ihtimaline karşı...
• Görüş yasağı patikalarına annemler kesin takılır. Onları göremeyeceğim; salya sümük küçük Emrah olacağım.
• Rızam alınmadan müdahale gelecek böyle, pat güm tos gibi.
• Teşhisim** ne konursa artık, bin yıl bununla damgalı yaşayacağım ve bana anlattığınız o kırmızı elmalar gökten hiç düşmeyecek.
• Sevdiklerim olur da beni unutmazsa “iyi iyi, tedavisi iyi gidiyor, höy höy” diyecekler içeriden onlara. (Evet canım; içerisi-dışarısı, ben-öteki)
• Gazete yok; masa tenisi yok; araba dergisi yok (bunlardan isteyen cancağızlar var Depo’da).
• İçme suları tuvaletten...
• Arada -gerekli görülürse- imzam olmadan mis gibi şok tedavisi (!)
• Ön bahçeye çıkamayacağım; sigara da artık şansa...
Liste çok uzun. Susacağım burada. Hem filmin gizi kalsın. Hoş, bildiğimiz hikâyeleri hoplaya zıplaya izlemeye de gitmiyor muyuz biz dünyalılar?
Kişisel eşofmanları yok Depo'dakilerin… Çamaşır sepetinden ne çıkarsa onu giyiyorlar. Yerde bir üçgen; eşofmanlardan dağ yığını olmuş ve birbirine karışmış bütün eşofmanlar… Alıp giyip hop kirlenince torbadan ne çıkarsa artık bu sefer de o sürpriz eşofmanla devam ediyorlar.
Günlük rutinlerde söz sahibi değiller. "Merkez" tarafından belirleniyor "birey"lerin hayatı… İlaç kovaları boy boy… Alsın ilacını, olsun pasifize, tamamdır bu iş, mantığı…
Kişisel hiçbir eşyaları yok, evet... Buna izin yok. Kimliksizleştirme var. “Aç ağzını, içtikten sonra bakacağım, tamam geç canım” diyen o ses...
Sosyolog Erving Goffman “mutlak kurumlar”dan bahsederken Depo’ya (akıl hastanelerine) ek, askeri kurumlar, izci kampları ve hapishaneleri de dahil ediyor.
Tehlikelilerden yüksek duvarlarla ayrışıyor mu yani şimdi tehlikesizler?
Seks işçisi-evlerinin uzaklarda olması (“genelev” demeye çalışıyorum, başka adı var mıydı) geliyor aklıma. Güzelim kirloşlarımı mümkün olduğunca şehrin taa dışında konumlandırmak, misal, apartman “sakinlerini” ve nicelerini sözüm ona koruyor.
Karşılaşmazsak, görmezden gelirsek, ittirip ötelersek, boşverirsek iyileşeceğimize inanıyor musunuz? (Yüzümü Batı’ya dönüp oradan örneklerle sevinçlenmek de istemiyorum nedense ama, Amsterdam/Red Light’ın şehrin göbeğine kurulması ne şahane şeydir oysa...)
Filmde kamera başındaki kişilerden biri Ege Kanar demiştim ya hani en üstte, girişte. Sabancı Üniversitesi’nden tanıyorum Ege’yi, uzaktan... Aynı bölümde (VAVCD) ardışık yıllarda (2004-2005) okuduk. Hande Varsat bir fotoğraf işi için bizi çekmişti. Aynı kareye ilk kez orada girdik. Şimdi de bu yazıda... Karşılaşmaları önemsiyorum, tüm hayatımız boyunca, bilinmedik duraklarda oluyor bu karşılaşmalar.
Ege’nin işlerini yakın buluyorum. Dediğim gibi uzak bir yakınlık bu.*** Zaten filmi de “beni görmesinler” diye yarı casper/yarı görünür olup tuhaf bir psikoloji ile izlemiştim.
Bunu bilmelisiniz. Yani bilmenizi isterim. Hani, bazı mekânları/yılları hatırlatanlardan kaçınmak/kaçmak gibi... Hocanızı falan yolda görünce de olur. Yani ben o olanlardanım... Sabancı’yı hatırlatan şeyler oluyor bazen. Orada epey şey oldu. Bazen kaçıyorum ama giderek azalıyor.
Depo’daki görüntüler dinlendirici. Croplanmış bedenler, puslu kadrajlar var; özel hayata saygı...
Nefes alamayan TV de başrolde! 23 Nisan melodileri; sonra “benim memleketim” bukleleri... Dışarı ile temas...(!)
Bir de “kamera” demişler, “yönetmen” dememişler kendilerine, izlediğim versiyonda Ege ve Can.
İçeridekilerden dışarıdakilere bir not vardı filmde; diyorlar ki: “Bizim [içeridekiler olarak bizim] hastanemiz yapılmış, sizinki [dışarıdakilerinki] yapılmamış.”
Orada duracaktım, depoda. Bir süre sakince duracaktım. Belgeseli izleyince gördüm ki duramam ben orada, daha da fena olurum.
“Yazsam ne olacak, çeksem ne olacak, izlesem ne olacak” derdim. Öyle demiyorum artık; süslü bir otelde cookie’ler eşliğinde yabancılaşma yaşayarak izlesem de Depo: Akıl Hastanesinde Hayat’ı, bana etkisi büyük oldu; devam etme gücü buldum. Demek ki çekince/paylaşınca/üretince bir şeyler değişebiliyor.
Tüm RUSİHAK ekibini/emeği geçenleri gözlerinden/“aklından” öpüyorum. Piyano ve şizofreni tanılı David Helfgott’u, yani Shine’ı (1996) izleyesim var şimdi! (https://www.youtube.com/watch?v=8_p6-cAMr_g)
____________________
* Geçti.
** Belgeselden edindiğim izlenim kadarıyla şizofren, bipolar, major depresyon tanısı karışabiliyor bazen. X doktoru, “ona” (ben-sen-o) bipolar derken Y doktoru, yine “aynı ona” major depresyon tanısı koyabiliyor. Bu tamamen, XYZ’nin birikimi, hayata bakışı/duruşuna bağlı ve etkilenmeye müsait bir alan; çok tehlikeli. Sinüzit için gittiğim doktorlardan birinin, “burnunda kemik var, alalım”; diğerinin, “burnunda et var, yolalım”, öbürünün de “kitle var gel, sökelim” demesinden sonra sonuncusunun “psikolojik bunlar hep yavrum”la virgüllemesi gibi değil mi sizce de?
*** http://www.egekanar.com/
Depo: Akıl Hastanesinde Hayat - Fragman: http://vimeo.com/91370095
Depo: Akıl Hastanesinde Hayat belgeseli !f İstanbul kapsamında gösterilecek (17 Şubat 2015, 17:00, SALT, Beyoğlu). Gösterimden sonra söyleşi var.