Amerika’nın önde gelen üniversitelerinden öğretim üyesi bir profesörle uzun bir sohbet yaptık. Konu, Türkiye’de ‘şeffaflık’tı. Türkiye’de demokrasiyi, hukuk devletini, medya özgürlüğünü ve askeri konuştuk.Elbette Erdoğan’la AK Parti’yi konuştuk. Erdoğan iktidarında bir kırılma noktası olarak ‘Gezi’nin üstünde daha dikkatli durduk.
Türkiye’de entellektüellerin, liberallerin dünyasında ‘asker’e bugünkü bakış da gündeme geldi. Yani Mısır’dakine benzer biçimde, kışlaya dönüp bakma alışkanlığı son zamanlarda yeniden uç vermiş olabilir miydi? Prof. Nilüfer Göle'nin 'AKP'nin Gücü güçsüzlük haline geldi' saptamasını yaptığı söyleşiye de uzanan sohbet aşağıda...
Amerika’nın önde gelen üniversitelerinden öğretim üyesi bir profesörle dün sabah uzun bir sohbet yaptık.
Konu, Türkiye’de ‘şeffaflık’tı.
İki saate yakın o sordu, ben yanıtladım.
Türkiye’de demokrasiyi konuştuk. Hukuk devletini, medya özgürlüğünü konuştuk. Demokrasi ve askeri konuştuk.
Elbette Erdoğan’la AK Parti’yi konuştuk.
Bir ara konu, Batı’nın demokratik değerleri ile Doğu’ya geldi, İslam’a geldi dayandı. Doğu ille de ‘Batı değerleri’ni benimsemek zorunda mıydı?
Bu çerçevede, ‘insan hakları emperyalizmi’ neydi, ne değildi sorusu da gündeme geldi.
Erdoğan iktidarında bir kırılma noktası olarak ‘Gezi’nin üstünde daha dikkatli durduk.
Türkiye’de entellektüellerin, liberallerin dünyasında ‘asker’e bugünkü bakış, bir başka ilgi konusu olarak sohbetimizde gündeme geldi.
Yani Mısır’dakine benzer biçimde, kışlaya dönüp bakma alışkanlığı son zamanlarda yeniden uç vermiş olabilir miydi?
Bir başka konumuz, illiberal demokrasi ya da liberal olmayan demokrasiydi.
Her şeyi seçim sandığına bağlayan, seçim sandığından çıkan çoğunluğu neredeyse demokrasinin tek kriteri sayan bakış açısını ele aldık.
Bu noktada ister istemez tekrar Tayyip Erdoğan’a, demokrasiden ‘asker freni’ni çekip usul usul kendi ‘sivil freni’ni koyan AK Parti liderine geldik.
Bir başka deyişle:
Tayyip Erdoğan’ın sandıkta oyların yüzde 50’sini alan bir lider, bir Başbakan olarak gücü ve güçsüzlüğü konusuna...
Malum demokratik ilkeleri yineledim: (1) Seçimsiz demokrasi elbette olmaz. Demokrasi demek son tahlilde serbest, özgür seçimler demektir.
(2) Ama seçim sandığından zaferle çıkan lider de demokrasinin temel ilkeleriyle kendisini bağlamadan demokrat olamaz.
(3) Bunlar arasında örneğin hukukun üstünlüğü, medya özgürlüğü, temel haklar, sivil toplum, kadın-erkek eşitliği ve azınlıkların korunması yer alır.
İşte bu çerçevede, Tayyip Erdoğan son birkaç yıldır otoriter bir yolda yürümeye başlamıştı.
Gezi direnişi de, dersanelerle ilgili olarak Gülen Cemaati’yle kavga da, Erdoğan’ın bu otoriterleşme tarzına tepki olarak siyaset sahnesine çıkmıştı.
Sohbet döndü dolaştı yine Erdoğan’ın seçim sandığında devam ettiği anlaşılan “yüzde 50’lik oy gücü”ne geldi.
Aynı noktayı belirttim:
Yüzde 50 her şey demek değildir; yüzde 50 oy alırsın ama ülkeyi doğru dürüst yönetemezsin, zayıflarsın; demokratik çizgiden sapma, bir lideri zamanla güçsüzleştirir.
Ve şu cümleyi ekledim:
AK Parti’nin gücü, otoriterleştikçe güçsüzlüğü haline gelmeye başladı.
Ve bu cümlenin bana değil, Paris’te Sosyal Bilimler Akademisi’nde öğretim üyesi olan sosyolog Nilüfer Göle’ye ait olduğunu söyledim.
Hürriyet’in önceki günkü Pazar ekinde Arzu Çakır Morin’in Nilüfer Göle’yle yaptığı konuşma, “AK Parti’nin gücü, güçsüzlüğü haline geldi” başlığını taşıyordu.
AK Parti’nin ‘algı sınırına dayandığı’nı, ‘incittiği insanları artık görmediği’ni belirten Nilüfer Göle’nin değerlendirmelerinde bir bölümü şöyleydi:
“İktidarın otoriterleştiği, sosyal mühendisliğe yöneldiği bir gerçek.
AKP, sadece siyasi İslam hareketini değil Türkiye’yi de reformlarla değişimden geçirdi ve Ortadoğu'da kâh arzu nesnesi, kâh nefret odağı olmaya başladı.
Ekonomik dinamizm, siyasi güvenilirlik, reformlarda süreklilik ve yumuşak kültürel iklim Türkiye modelinin ideallerini tanımlıyor. Biri olmadan diğerleri olmaz.
Gezi olayları kültürel iklimin bozulduğunun işaretlerini verdi.
‘Mühendisler ve İdeoloji’ kitabımda sosyal mühendislik üzerine çalışırken, tek aktör patolojisinin demokrasi için önemli bir zihinsel engel teşkil ettiğini saptamıştım. AKP bugün bu sorunu yaşıyor gibi. Gücü güçsüzlük haline geldi.
Hizmet anlayışı İslami mühendisliğe, hareket de tek aktör patolojisine dönüşürse bir şeyler oluyor demektir. AKP, Necmettin Erbakan’ın pederşahi liderliğine karşı çıkmış ‘delikanlı İslamcıların’ hareketi olarak kendini göstermiş, eşitler arası liderlik ve dayanışmacı yol arkadaşlığını benimsemişti.
AKP bugün homojen, tek sesli, biat arayışında bir parti görünümde.
Biat sadece parti içinde, parti büyükleri arasında değil, parti dışında, gazeteciler, medya patronları, aydınlar nezdinde de aranıyor.
Türkiye'nin kültürel avantajlarını unutmamak lazım. AKP, Gezi’yi kendinin dışında ve kendisine karşı olarak algılayarak, bu avantaja inananları karşısına almaya başladı.
Kaba, hoyrat bir tavır takındı.
Gezi, bu anlamda dönüm noktası.
Gezi, Türk modelinin ne olmadığının değil, ne olduğunun en iyi göstergesi. Çünkü Türk modeli demek tüm topluma nüfuz etmiş ‘ılımlı İslam’ değil, farklı seslerin çıkabilmesi, ılımlı bir kültürel iklim yaratabilmek demekti.
Ama ne yazık ki AKP kendi algı sınırına dayandı. Kendinin haksızlığa uğradığını düşünüyor, incittiği insanları görmüyor. Hizmetin bile ters tepebileceğini anlamamakta ısrar ediyor.
‘Çoğunluğuz, hakkımızdır!’ anlayışının tehlikeleri yeterince anlaşılmadı.
Siyaseten çoğunluk değişken bir kavramdır. Bugün AKP çoğunluk ama siyaseten çoğunluklar kalıcı olamazlar. Seçimlerin, demokrasinin, eşyanın tabiatına aykırı.”
Nilüfer Göle’nin bu satırlarını, dileriz, AK Parti’nin düşünen beyinleri özenle değerlendirir.
Twitter: @HSNCML