Doğu’ya açılımlar yeni değil. Eskiden de vardı. Dünyanın Doğu ve Batı blokları olarak ortasından bir ‘demir perde’yle ikiye bölündüğü Soğuk Savaş döneminde de, Türkiye kendi dış politikasında bir ‘özerk alan‘a sahipti. Geleneksel bir durumdu bu. Batı kampının sağlam bir üyesi olmakla birlikte, hem kendisinden hem de coğrafyasından kaynaklanan haklı nedenlerle bloklar arasında bazı dengeleri gözeten bir dış politika çizgisi izlerdi Ankara. 1960’larda Başbakan Demirel, Moskova’ya yaklaşarak Sovyetler Birliği’nden aldığı kredilerle İskenderun Demir Çelik, Seydişehir Alimünyum gibi çok büyük kamu yatırımlarını gerçekleştirmişti. 1970’lerde Başbakan Ecevit, Moskova’ya yakın ‘Üçüncü Dünya’ya dönük açılımlarda bulunmuş, 1978’deki ikinci başbakanlığında ilk yurt dışı ziyaretini Yugoslavya’ya yaparak Başkan Tito’yla buluşmuştu. Hatta Başbakan Ecevit 1970’lerde bir ara “Duvar’ın öteki tarafına atlamak”tan söz etmiş, Türkiye’nin Batı blokundan, NATO’dan ayrılabileceğini gündeme getirmişti.
1980’lerin başında Türkiye’nin İsrail’le diplomatik ilişkilerini neredeyse tümden kopartan, en alt düzeye indiren 12 Eylül askeri yönetimi olmuştu. 1987’de Başbakan Özal, Şam’ı resmen ziyaret ederek Suriye’yle özellikle ekonomik ve ticari alanda ilişkilerin geliştirilmesini bir hedef olarak ilan ettiğinde, Öcalan ve PKK, Başkan Hafız Esad yönetiminin himayesindeydi. Türkiye’nin bu Suriye politikası 1990’ların başında, Demirel’in başbakanlığı döneminde de değişmedi. İran’la da durum farklı olmadı. 1979’da Humeyni İhtilali sonrasında Tahran’ın Türkiye’ye bakışı özellikle ilk dönemde hiç dostça olmadı. Türkiye’nin istikrarsızlaştırılmasına dönük çabalar gizli gündemdeki yerini uzun zaman korudu. Ama buna karşılık Türkiye’de birbiri ardından iktidara gelen hükümetler, Ankara’daki bazı ters yöndeki telkinlere rağmen, İran’la ilişkileri rayından çıkartacak sapmalar yapmadı.
Erdoğan, demokrasi, hukukun üstünlüğü, laiklik, insan hakları ve özgürlükler gibi Batı’yı Batı yapan değerleri özellikle çiğneyip duruyor
Moskova’yla da farklı değildi. Komünizm korkusu ve bahanesinin Soğuk Savaş boyunca Türkiye’de demokrasinin kolunu kanadını kırmaya devam ettiği yıllarda, Demirel gibi “Moskova’ya, Moskova’ya!” sloganını kendine şiar edinmiş en ‘anti-komünist’ başbakanlar bile Moskova’yla ilişkileri iyi ve dengede götürmeye özen göstermişlerdi. 1960’larda, 1970’lerde Türk dış politikasına Başbakan olarak yön veren Demirel’in, ama özellikle Ecevit’in ağzından çok duyulmuştur, Türkiye’nin Doğu’ya bakan yüzünün, Batı’da elini güçlendireceği sözü... “Komşularıyla sıfır problemli” bir Türkiye özlemi de, iktidar koltuğuna yeni oturan her başbakanın gündeminde olmuştur. Turgut Özal’ın 1983 yılı genel seçimlerini tek başına kazandığında kurmaylarına verdiği ilk talimatı anımsıyorum: “Komşularımızla bir süre hiçbir problem istemiyorum. Her şeyi bırakıp ekonomiye, ekonomik büyümeye ağırlık vermeye mecburuz çünkü...” (Bu konuda Özal Hikayesi isimli kitabıma bakılabilir). Nitekim, Başbakan Özal 1984’te beklenmedik bir jest yaparak, Yunanistan’a vizeyi üstelik tek taraflı olarak kaldırmış ve büyük bir şaşkınlığa yol açmıştı. Amerika’nın, Avrupa’nın önde gelen ciddi yayın organlarında hep aynı sorular yorum ve başyazılarda dolaşıyor şu günlerde. Türkiye Batı’ya sırtını mı dönüyor? Türkiye’nin dış politikasında eksen kayması mı? Batı’dan Doğu’ya mı?.. Türkiye, Avrupa Birliği’yle ilişkilerinde yaşadığı hayal kırıklıkları nedeniyle İslam âlemine mi, Rusya’ya mı kayıyor? Bütün bu sorulara ilişkin yorumlardaki bir nokta dikkatimi çekti. Bu ortak nokta, ‘kaygı’ydı. Türkiye’nin Batı’dan uzaklaşması ya da Avrupa’dan kopması ihtimali, Batı’nın bu muteber yayın organlarında genel olarak tedirginlikle karşılanmıştı. Hiçbirinde, “Aman ne iyi, ait olduğu yere gidiyor, zaten Türkiye ne zaman Batı’lı oldu ki!” gibisinden bir değerlendirme yoktu. Tedirginlik ve kaygı doğal. Çünkü Türkiye’nin Doğu’ya savrulması, Batı’nın çıkarlarına aykırıdır. Ama bunun tersi de geçerlidir. Böyle bir savrulma Türkiye’nin de menfaatine değildir. Peki, böyle bir ihtimal var mı? Yok! Türkiye Doğu’ya savrulmuyor; Batı’ya sırtını dönmüyor, dönmez ama... İşte bu ama üzerinde de durmak lazım.
* * *
Bugün Erdoğan’ın tüm çabası, Türkiye’yi Batı’dan Doğu’ya çekmek ve ‘İslam aleminin Müslüman bir üyesi’ yapmak...
Yukarıda yer alan 3 Kasım 2009 tarihli bu yazımı dün Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Batı’ya, Avrupa Birliği’ne eyy’lerini dinlerken hatırladım. "Ya istediğim yere gelirsin, ya da biz kendi yolumuza gideriz" demekte. Erdoğan’ın derdi, belki de briç kulübünde pişpirik oynamak... Yukarıdaki yazım Milliyet’te yedi yıl önce çıkmış. Biraz fazla iddialı noktalanmış. Fakat, yazımın sonundaki o ama sözcüğü durumu bir ölçüde kurtarıyor. Bugün Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tüm çabası, Türkiye’yi Batı’dan Doğu’ya çekmek ve ‘İslam âleminin Müslüman bir üyesi’ yapmak... Bunun için de demokrasi, hukukun üstünlüğü, laiklik, insan hakları ve özgürlükler gibi Batı’yı Batı yapan değerleri özellikle çiğneyip duruyor. Peki, başarabilecek mi? Türkiye’yi Batı’dan koparıp Doğu’nun bir parçası hâline getirebilecek mi?.. İşte, yukarıdaki ama sözcüğü burada devreye girebilir. Erdoğan, Türkiye’yi Batı’dan koparamayacak! Bu topraklarda demokrasi, hukukun üstünlüğü, laiklik, insan hakları ve özgürlükler, CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun dediği gibi, gerektiğinde can ve kan pahasına savunulacaktır. Saray’daki Sultan şunu kafasına iyice koysun: Koca bir memleketi burnunun ucundan tutup istediği sulara çekip götüremez. Öyle kolay iş değil o! Başaramayacaksın!