Erdoğan'a hem güvensizlik, hem takdir
Dağdaki gerillanın dili sert. Ama şurası bir gerçek: Barış umudu var. Diğer yandan, dağda Başbakan Erdoğan’a çok fazla güvenilmiyor. Ama aynı zamanda siyasal gücü ve kararlılığı takdir konusu.
Sürecin alternatifi silah değil
Erdoğan’ın sorunu çözebilecek siyasal iradeye sahip olduğuna dair dağda genel bir mutabakat dikkat çekiyor. Ve her adımda cümleyi "Top, Erdoğan’ın sahasında" deniyor. Ama sakın bu sürecin alternatifi silahtır düşüncesine kredi prim verilmesin!
Ben umutluyum
Son birkaç aydır Kandil’de, dağlarda epeyce zaman geçirdim. PKK’nın, başta Karayılan olmak üzere, hem lider kadrolarıyla, hem de gerillalarıyla uzun sohbetler yaptım. Sonuç mu? Sözü uzatmak istemiyorum: BARIŞ KONUSUNDA UMUTLUYUM.
Barışı demokrasi hızlandırır
Çekilme Günlüğü’nde son söz: Barışın içi demokrasi, hukuk, özgürlük ve insan haklarıyla ne kadar çabuk dolarsa, kalıcı ve adil barış, yani gerçek barış o kadar çabuk gelir.
ERBİL
"Barışa Emanet Olun; Kürt Sorununa Yeni Bakış" adını taşıyan kitabım (Everest Yayınları) 2011 yılı Ekim ayında yayımlandı. Tam baskıya verilmek üzereyken ‘Oslo süreci’ne ilişkin bir tutanak internet ortamına ses kayıtları eşliğinde bomba gibi düştü.
Bu tutanağı kitabımın sonuna bir belge olarak eklerken (s. 299) aşağıdaki yorumu yapmıştım.
Bu kitapta diyorum ki:
1. Barışın koşulları olgunlaşmış durumda, iki taraf da bunun çoktandır farkında.
2. Silahlı mücadelenin artık çıkmaz bir yol olduğunu iki taraf da görüyor.
3. ‘Kürt sorunu’yla ‘PKK sorunu’ bugün iç içedir, birbirinden ayrılamaz. PKK sorununu çözmek, Kürt sorununun silah ve şiddetle bağını koparmak anlamını taşır.
4. Bir başka deyişle, PKK sorunu çözülmeden Kürt sorunu barışçı bir çözüm rayına oturmaz.
5. Devlet, ‘Kürt realitesi’nden sonra ‘PKK realitesi’ni de görmek zorunda.
6. Kiminle savaşıyorsan barış da onunla yapılır, yani barış ‘düşman’la yapılır. Bunun ilk adımı da, parmakları tetikten çekip karşılıklı olarak masaya oturmak ve konuşmaktır.
Kitabın sonundaki değerlendirmelerim şöyle devam etmişti:
“Oslo’da, masanın bir tarafında Türkiye Cumhuriyeti devletinin temsilcileri vardı:
Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı (bugünkü MİT Müsteşarı) Hakan Fidan... Aynı zamanda Başbakan Erdoğan’ın özel temsilcisi olduğunu belirtecekti toplantıda... Ve MİT Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş...
Masanın öbür tarafında PKK’liler oturuyordu: Kandil’den Mustafa Karasu, KCK Yürütme Konseyi üyesi... PKK’nin Avrupa’daki en önemli yetkilisi diye bilinen Sabri Ok, (KCK davasının bir numaralı sanığı olan Ok, bir yıldır Kandil’de yaşamaya başlamıştı)... Yine PKK’nin Avrupa’daki önde gelen temsilcilerinden, Kongra-Gel Başkan Yardımcısı Zübeyir Aydar...”
Yorumun devamı şöyleydi:
“Söylemek istediğim şudur:
Barış ancak ‘düşman’la yapılır; Oslo işin aslıdır, doğru olan yapılmıştır.
Bir başka deyişle:
Öcalan ve PKK görmezlikten gelinerek barış olmaz. Ve Başbakan Erdoğan ‘Oslo süreci’yle doğru olanı yapmış, bunun için siyasal cesaret örneği sergilemiştir.
Ama şimdi ne yazık ki yeniden savaş tamtamları çalıyor. Oysa, yarın yine ‘Oslo süreci’ne gelinecek. Önemli olan şimdi bu yolu kısaltmak, kan ve gözyaşını en aza indirmektir.
Ama ne yazık ki bölgeden gelen haberler gitgide kötüleşmekte. Kuzey Irak’a kara operasyonuna ramak kalmış durumda. Askerî operasyonlar bir yanda, PKK saldırıları diğer yanda gittikçe yoğunlaşıyor.
Neden?
Yoksa devlet, PKK’ye elinin ne kadar ağır olduğunu gösterdikten sonra mı masaya oturmak istiyor?
Ya da PKK, devletin canını fena halde acıtabileceğini gösterdikten sonra mı masaya dönme niyetinde?”
2011 yılı Ekim ayında çıkan "Barışa Emanet Olun" isimli kitabımın 299-301 sayfaları arasındaki bu yorumum şu soruyla noktalanmıştı:
“Eğer sonunda yine aynı noktaya, ‘Oslo süreci’ndeki gibi masaya oturulacaksa, acıları arttırmanın ne anlamı var?”
İki yıllık gecikmeyle yine aynı noktaya geldik. Parmaklar tetikten çekildi, masaya oturuldu. Silahlar sustu, çekilme başladı.
Ama bu iki yıllık gecikmenin bedeli maalesef çok yüksek oldu:
3 bin ölü!
Yazık değil mi bu kadar cana?.. Bu iki yıl içinde oluk gibi kan ve gözyaşı aktı. Gencecik insanlar öldü, analar ağladı.
Bugün yapılanlar iki yıl önce yapılamaz mıydı? Ankara-İmralı-Kandil üçgeninde şöyle ya da böyle bir yol haritası iki yıl önce çizilemez miydi? Böylece 3 bin can kurtarılamaz mıydı?
Yazık!
Biliyorum, barışın koşulları ancak acıların içinde olgunlaşıyor. Barışın temelleri hep acılarla atılıyor. Bu gerçekten pek öyle kaçış olmadığını tarih baba sayfalarında uzun uzun anlatır.
Ama artık acılar bir alın yazısı değil Türkiye için de… Alnımızda kan ve gözyaşı yazmıyor. Kaderimiz bu değil.
Biz de öylesine acılar yaşadık ki, artık bizim de olgunlaştığımıza inanmak istiyorum, büyük ölçüde inanıyorum da…
Barış böyle olgunlaşıyor.
Bakın yılbaşından beri dağdan ölüm haberi gelmiyor. İnsan hayatından daha değerli ne olabilir ki?
İnsanlar ölmüyor, canlar yaşıyor.
Parmaklar tetikten çekilmiş durumda.
Çekilme süreci başladı.
Mutfakta anlaşılan bir şeyler de pişiyor. Kokular fena sayılmaz. Bir ‘yol haritası’ndan tümüyle yoksun olduğumuz söylenemez.
Ama yine de altı çizilmesi gereken bazı konular var, gerçek barış yolunda ilerleyebilmek için…
Son birkaç ay içinde Kandil’de, dağlarda epeyce zaman geçirdim. PKK’nın, başta Murat Karayılan olmak üzere, hem lider kadrolarıyla, hem de gerillalarıyla uzun sohbetler yaptım.
Sonuç mu?
Sözü uzatmak istemiyorum:
Barış konusunda umutluyum.
Barış umudu yurt içinde topluma nasıl mâl olmaya başlıyorsa, dağda da durumun farklı olmadığı söylenebilir. Barışın esintileri güçleniyor ve bu tüm sohbetlerde hissediliyor.
Ben de hissettim.
Barış belki de artık kolayca tersine çevrilemeyecek bir süreç…
Şunu da gördüm:
Dağdaki gerillanın dili sert.
Murat Karayılan’ın 2009 Kandil görüşmesinde bana söylediği, “Dağa piknik yapmak için çıkmadık!” sözü her adımda şu ya da bu şekilde kulağa çalınıyor.
Ama şurası bir gerçek:
Barış umudu var dağdaki gerillanın, barışa umut bağlamak istiyor. Sohbet biraz derinleşince bu umut, bu duygu kendini ele veriyor.
Barış soyut bir şey değil. İçinin demokrasiyle doldurulması talep ediliyor dağ başında da…
Evet, Başbakan Erdoğan’a çok fazla güvenilmiyor dağda. Ama aynı zamanda siyasal gücü ve kararlılığı takdir konusu Tayyip Erdoğan’ın. Sorunu çözebilecek siyasal iradeye sahip olduğuna dair genel bir mutabakat dikkati çekiyor.
Ama her adımda hep aynı cümleyi duyabiliyorsunuz:
Top, Erdoğan’ın sahasında!
Uzun lafın kısası:
Erdoğan, barışı demokrasiyle sağlama almak zorunda!
Barışın içi demokrasi, hukuk, özgürlük ve insan haklarıyla ne kadar çabuk dolarsa, kalıcı ve adil bir barış, yani gerçek barış o kadar çabuk gelir.
Ama aynı zamanda bu sürecin alternatifi silahtır düşüncesine kredi açılmasın, sakın prim verilmesin.
Yine söylüyorum:
Dört aydır dağlardan ölüm haberi gelmiyor. Parmaklar tetikten çekilmiş durumda. Zamanı torbaya sokmadan oturup konuşun.
Gerçek barışın yolunu demokratikleşmeyle, daha çok hukukla, daha çok özgürlükle, daha çok insan haklarıyla kısaltmak o kadar güç değil, göreceksiniz, hiç değil.
Önemli olan, iki taraflı barış iradesinin, barış kararlılığının sürdürülmesi...
Önümüzdeki Salı günü tekrar bu köşede buluşmak üzere... Yazacak o kadar çok şey birikmiş durumda ki...
Twitter: @HSNCML
______________________________________________________________________________
Hasan Cemal'in Çekilme Günlüğü: