Yağmur yağıyor. Boğaz'ı seyrediyorum. Hayalet gemiler kalın sis tabakasını delerek geçiyor. Kasvetli bir gün, içime basıyor. Sabah erken çıkıp Çağlayan'a gideceğim. Davam var. Daha önce beraat etmiş olduğum bir dava... Savcı hakkımda 13 yıl hapis cezası istemiş, mahkeme beraatime karar vermişti. Sonra, bir üst mahkeme beraat kararını bozduğu için yeniden mahkeme önüne çıkacaktım. 13 yıl hapis... İstanbul trafiğine güvenilmeyeceği için sabah erken Çağlayan yoluna koyulduk. Yağmur şakır şakır... Sıkılıyorum. Yazılara bir süre ara versem, kaçsam bu kasvetli ortamdan... Ne iyi olur. Ama hapisteki, sürgündeki arkadaşlarım aklıma gelince, vicdan azabı uyanıyor içimde... Çağlayan'ın önü her zamanki gibi çok fena üfürüyor, rüzgar buz gibi, galiba kar gelecek. Adliye koridorları hareketli. Elimde kahve bir masaya çöküyorum kafeteryada. Etrafa bakınıyorum, yüzü gülen insan arıyorum. Bu arada sevgili Cengo'dan, uzaklardan gelen bir mesaj içimi ısıtıyor. Sevgili avukatım Fikret İlkiz'e de her zamanki bayat esprim:
- Bunca zamandır beni bir türlü içeri attıramadın!
Bir kahkaha atıp 24. Ağır Ceza'ya çıkıyoruz. Celalettin Can'la Tayfun Ertan sürpriz yapıyor, hasret gideriyoruz. Doğan Akın, Cumhuriyet'ten Canan ve başka bazı gazeteci arkadaşlar, P24'ten Dorşin...
Hepsi bana yalnız olmadığımı hissettiriyor. Mahkeme heyeti yerini alıyor. Ben de önlerinde dikiliyorum. Daha önce savunma yapmıştım, üstelik beraat de etmiştim. Şimdi bir daha ne söyleyeyim ki? Sıkıntı basıyor içime... Yine de bir şeyler söylüyorum.
Sayın Yargıçlar! Buraya, kendimi savunmak için gelmedim. Kendimi savunmaya hiç ihtiyacım da yok. Ben, yalan nedir biliyorum çünkü... Ömrüm yalanlarla mücadele ederek geçti. Kendi iç dünyamda da yalanlarla hep kavga ettim. Bu memlekette, insanları yalanda yaşatmak için nasıl korkunç bir devlet aygıtı kurulduğunu çok biliyorum. Yaşadığım, tanık olduğum acılar bana bunu öğretti. Yalanda yaşamayı reddedenlerin bu memlekette, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan başlayarak nasıl cadı kazanlarına atıldığını, onlara ne büyük acılar yaşatıldığını biliyorum. Ben de yalanda yaşamayı reddettim. Bu nedenle buradayım, mahkemenizin önündeyim. Ben de terörü, şiddeti reddettiğim için buradayım. Barışı savunduğum için buradayım. Yalanda yaşamayı reddettiğim için buradayım. Bu ayın sonunda 74 yaşına basıyorum. 49 yıldır gazeteciyim. Bunca yıldır yazıyorum. Şu günlerde 13. kitabım çıkıyor, adına gelince:
HAYAT İŞTE BÖYLE GEÇİP GİDİYOR
Barışı savunduğum için, yalanda yaşamayı reddettiğim için buradayım.
Hepimiz için öyle. Hayatta ben de epeyce yanlış yaptım. Olmadık yalanları savunduğum dönemlerden geçtim. Düşe kalka yaşadım. Ama sonunda yalanlardan kurtuldum. Ben barışı savunuyorum. Hukukun üstünlüğünü savunuyorum. İfade özgürlüğünü savunuyorum. Tüm farklılıkların bir arada, aynı çatı altında ve barış içinde yaşamalarından yanayım. Kısacası: Demokrasiyi savunuyorum. Sayın heyetiniz, benim hakkımda terör propagandası yapmadığıma kanaat getirmişti. Ama bu beraat üst mahkemede bozuldu. Sözü uzatmak istemiyorum. Beraatime karar verilen bu davanın 9.3.2017 tarihli duruşmadaki sözlerimi tekrarlamakla yetiniyorum. Yalanda yaşamayı reddediyorum ve bugün Türkiye'de insanlara yalanda yaşamayı dayatan rejimin hukukla, özgürlükle, kısacası demokrasiyle ilgisi olmadığının altını bir kez daha çiziyorum. Hiç kuşkum yok: Yalanda değil, gerçekte yaşamak isteyenler, özgürlüğü savunanlar kazanacak sonunda.
Duruşma 3 Nisan'a erteleniyor. Duruşma salonunun önünde hatıra fotoğrafı çektiriyoruz, güvenlik görevlisi müdahale ediyor ve Canan'ın o tiz sesi yükseliyor:
- Ama Sedat Peker olunca çektiriyorsunuz!
Yine içim daralıyor. Çünkü yıllardır hep aynı şeyleri söylüyoruz, değişen bir şey olmuyor. Bu memlekette dün dünde kalmıyor, tarih tarih olmuyor, paçamızı bir türlü bırakmıyor. Galiba biraz kafa dinlemeye ihtiyacım var. Sevgili Doğan; Yazılara - pek öyle uzun olmasa da- bir süre ara veriyorum.