Ana dillerini yasakladık. Kimliklerini inkâr ettik. Kürt yok Türk var dedik. Doğan çocuklarına istedikleri adı koymalarını kanunla engelledik. İlkokulda anadilini konuştu diye çocukları dövdük. Kendi anadillerini, kimliklerini savundukları için mahkeme kapılarında süründürdük, hatta hapse attık. Yaşadıkları yerlerin gerçek isimlerini bile değiştirdik. Hafızalarını okullarda zorla silmeye çalıştık. Kaç kez isyan ettiler. Kanla bastırdık. Dersim gibi kıyımlar yaptık. Boyun eğmediler. Askeri darbeler yaptık. Sıkıyönetimler ilan ettik. Olağanüstü hâl rejimleri uyguladık. Yetmedi. Hukuk dışına çıktık. ‘Faili meçhul’ cinayetler işledik. Yetmedi. Darağaçları kurduk. Askeri cezaevlerini ‘işkence evi’ haline getirdik. Yetmedi. Köyleri yaktık, zorla boşalttık. İnsanları kendi yurtlarında sürgün ettik. Oluk gibi kan ve gözyaşı aktı. Kürt sorunu böyle derinleşti. PKK sahneye böyle çıktı.
PKK ile Kürtler ve HDP arasına da, onlarla Öcalan arasına da duvar çekemezsiniz. Kandil’e bomba yağdırmakla da, ne PKK çözülür, ne de sorun...
Kürt kimliği gibi, Kürt sorununu da inkâr ettik. Yıllar yılı Kürt sorunu yok, aş ve iş sorunu var, Güneydoğu sorunu var dedik. Sorunun adını bile koyamadık, korktuk. PKK’yı sadece terörle özdeş kıldık, PKK terör örgütüdür dedik ve savaşmaya başladık. Yıllarımız kan ve ateşle geçti. Medya devlete, askere tabi oldu. Yaşananları ya gizledi, ya abarttı. Gazeteler savaş bültenleri gibi çıktı. Medyanın dili savaş dili oldu. Cumhurbaşkanları, başbakanlar, genelkurmay başkanları ya da ikinci başkanları, medya patronlarıyla gazeteci elitlerine sürekli ayar çektiler. ‘Terör zamanları’nda gazetecilik nasıl yapılır, haber ve yorum nasıl yazılır anlatıp durdular. Bizlere mesleğimizi anlattılar. ‘Gazeteci milleti’ne aba altından sopa gösterdiler. Arada bir gazetecileri işlerinden de ettiler. Ama değişen bir şey olmadı.
Kürt sorunu ortadan kalkmadı, dallanıp budaklandı. PKK sahneden çekilmedi, güçlendi. Yalnız dağlarda değil ovada da, şehirlerde de örgütlendi, kök saldı. Siyasi partilerini, sivil toplum örgütlerini kurdu. Yüzde 10 barajına rağmen TBMM’ye milletvekillerini göndermeye, kazandığı belediyelerin sayısını hızla artırmaya başladı, (bugün 106’yı bulmuş durumda). 1999’da Öcalan’ı İmralı’ya koyduk. Artık bundan sonrası kolay, Öcalan’ı kullanır, PKK’yı böler, bu meseleyi kapatırız dedik. Olmadı, ne mesele bitti, ne de PKK. En büyük hayal kırıklığı ise 7 Haziran’dı:
6 milyon oy. Oyların yüzde 13’ü. Ve 80 milletvekili.
Çıplak gerçek bu. Bu gerçek gözardı edilerek bir yere varılamaz. Dağlara taşlara füze yağdırarak, olağanüstü hâller kurarak, büyük gözaltı dalgaları yaratarak bu gerçek değişmez. Çünkü, bu gerçeğin kökleri derine gidiyor. Uzun bir geçmişi var bu gerçeğin. “Hiçbir demokrasi terörü hoş görmez” gibi klişelerle bu gerçeği değiştirmek mümkün değil. Veyahut ‘huzur ve demokrasi operasyonları’yla bu gerçeği yok edemezsiniz.
Savaş bülteni gibi çıkan gazetelerden, savaş söylemini dillendiren köşelerden, devlet büyüklerinden ince ayarı kabullenen yöneticilerden utanç duyuyorum
Bunları yakın ve uzak geçmişte çok yaşadık. Ama gerçek değişmedi. Kürt sorunu çözüm beklemeye devam ediyor. Kürt sorunu yoktur demekle sorun yok olmuyor. Çözüm, PKK’nın silah bırakmasıdır demekle çözüm olmuyor. Gerçeğe göz kapatarak çözüm olmaz. Nedir gerçek? ‘PKK terör örgütüdür’ klişesi, çözüm değil çözümsüzlüğü besler. PKK ile Kürtleri artık birbirinden ayıramaz, aralarına çizgi çekemezsiniz. Dağlara attığınız her bomba, şehirlerde PKK’ya destek olarak döner. PKK ile HDP’nin arasına da duvar çekemezsiniz. Öcalan’a gelince... Kürtler için ‘efsane’dir. PKK için ‘önder’dir. HDP için de farklı değildir. Bu üç merkez arasındaki hassas dengelerde farklı görüşler de vardır, görüş ayrılıkları da yaşanır. Ama bu farklılıklardan yararlanarak ‘Kürt siyasal hareketi’ni böleceğini, güçsüzleştireceğini sananlar bugüne kadar hayal kırıklığına uğradılar. Bu bakımdan, Saray’daki Sultan’ın 7 Haziran öncesi yaşadığı en büyük hayal kırıklığı ise Dolmabahçe’yle ilgiliydi. Beklentisi, Öcalan’ın Kandil’e yapacağı çağrıyla, PKK’nın seçim öncesi ‘silah bırakma kongresi’ni toplaması, kendisinin seçim meydanlarına böyle çıkmasıydı. Ama umduğunu bulamadı. Öcalan bu çağrıyı yapmadı. Çünkü Erdoğan hem onun, hem Kandil’in, hem HDP’nin üstünde durdukları bazı adımları atmadı.
Tekrar etmek istiyorum: (1) Kürt sorunu çözüm beklemeye devam ediyor. (2) Kürt sorununun çözümü PKK’nın silah bırakmasından ibaret değildir. (3) Murat Karayılan’ın 2009 yılı Mayıs ayında Kandil Dağı’nda bana dediği bir söz geçerliğini korumaktadır: “Biz dağa piknik yapmak için çıkmadık.” (4) PKK ile Kürtler arasına da, PKK ile HDP arasına da, onlarla Öcalan arasına da duvar çekemezsiniz. (5) PKK terör örgütü demekle sorun çözülmez, büyür. (6) Kandil’e bomba yağdırmakla da, ne PKK çözülür, ne de sorun...
Bu gerçeklerin uzun yıllardır ördüğü duvar geçerliğini koruyor. Kafamızı bu duvara zaman zaman gelip çarpıyoruz. Hiç değişmiyor. Hep aynı şeyi yapıp farklı sonuç bekleyenlere ne denir, şimdi söylemek istemiyorum. 2011-2013 arasında yaşadık bunu. Oluk gibi kan ve gözyaşı aktı. Bugün yine yaşamaya başladık. Değişen bir şey olmayacak. Acılar yaşanacak, sonra yine bir masaya oturacağız.
Parmaklar tetikten çekilsin! Tekrar masaya dönülsün. Ve bir mucizeyle AKP ile CHP koalisyon kursun. Olmayacak duaya amin mi yoksa?...
25 Temmuz günü, Diyarbakır-Urfa-Suruç-Kobani eksenindeki bir haftalık gazetecilik turuna çıkarken şu tweetleri atmıştım:
1. Saray'daki Sultan seçimi kaybetti, savaşı başlattı! 2. Anlaşıldı, Saray'daki Sultan iktidarını kan ve gözyaşıyla sürdürmek istiyor. 3. Saray'daki Sultan, iktidarını sürdürmek için ülkeyi savaş ve şiddetin içine çekiyor. Türkiye bu kanlı oyuna gelirse çok yazık olur. 4. Erdoğan için çözüm süreci, Başkan Babalığa giden yolda bir oyundu; 7 Haziran’da oyun bozulunca, Erdoğan barış değil savaş dedi. 5. Saray’daki Sultan’ın düdüğünü öttüren AKP ile koalisyon, barış değil savaş hükümeti olur. 6. Saray’daki Sultan'ın kan ve gözyaşıyla oynadığı kumar seçim sandığında da geri tepecek ama çok can yanacak, ne yazık!
Hâlen bu tweetlerin işaret ettiği noktada duruyorum. Yakın geleceğe de karamsar bakıyorum. Savaş bülteni gibi çıkan gazetelerden, savaş söylemini dillendiren köşelerden, sürekli dezenformasyon yayan medyadan, devlet büyüklerinden hâlâ ince ayarı kabullenen medya yöneticilerinden utanç duyuyorum mesleğim adına…
Bombardımanları, Kandil’e yağdırılan füzeleri, PKK’nın şiddet eylemlerini, şehit cenazelerini, gözü yaşlı anaları televizyon ekranlarında gördükçe yüreğim burkuluyor. Bir gazeteci olarak 1980’lerden beri ne kadar çok tanık oldum bu acılara... Uzun lafın kısası, ne mi diyorum? Parmaklar tetikten çekilsin! Tekrar masaya dönülsün. Ve bir mucizeyle AKP ile CHP koalisyon kursun. Olmayacak duaya amin mi yoksa?...