Milli Savunma Bakanlığı’nda hazırlanmış bir kanun taslağından söz ediliyor. Buna göre: Taslak yasalaşırsa; bir asker hakkında, terörle mücadele sırasında silah kullanma yetkisini aşma, işkence ve kötü muamele iddiasıyla soruşturma açılması, Milli Savunma Bakanlığı iznine ve Başbakan onayına bağlanacak. Bu haberi okuyunca hatırladım. 1990’lı yıllarda Güneydoğu’da dolaşırken askere, polise genellikle itici gelen bir konu vardı: İnsan hakları... Ama insan hakları, ama hukuk devleti dendi mi, askerin polisin tüyleri diken diken olurdu. “Biz buralarda kelle koltukta mücadele veriyoruz, şehit veriyoruz, siz kalkmış insan haklarından söz ediyorsunuz” diye tepki gösterirlerdi. Devlet büyükleri de, insan hakları söylemlerinin güvenlik güçleri üzerindeki moral bozucu etkisine işaret eder, gazeteci milletini uyarırlardı. Yıllar öncesine dalıyorum.
Yirmi yıl önce de insan haklarının canına okunmuştu. Bugün de okunuyor...
Diyarbakır, 23 Temmuz 1996. Gün yeni doğuyor. Helikopterle Diyarbakır Ovası’nın üzerinde uçuyoruz. Dicle’nin çevresinde yeşille sarının birbirini bıçak gibi kestiği uçsuz bucaksız güzellikler altımızdan kayıp gidiyor. İstikamet Şırnak. Yıllardır gelip gidiyorum. Değişmeyen bir şey var. Her gelişimde duyduğum heyecan ve doğanın vahşi güzelliği karşısındaki hayranlığım. Dicle, dağların arasından yılan gibi kıvrıla kıvrıla akıyor. Yazın sıcaktan incelmiş ama rengi değişmemiş, zümrüt yeşili. Biraz sonra Cizre’den sınırı geçmeye hazırlanıyor. Tepelerde terk edilmiş köy ve mezralar... Bazıları yakılmış... Bir subay, 2 bine yakın köyün boşalmış, boşaltılmış olduğunu belirterek şöyle diyor: “Terör örgütü bu yerlerden zorla, parasıyla ya da gönüllü olarak yardım görürdü. Şimdi bu bitti. Böylece kırsal kesimde hareket kabiliyeti çok büyük bir darbe yemiş oldu. Eskisi gibi dolaşamıyor.”
Sur’da, Cizre’de yaşananlar cehennem değil de nedir?.. Yirmi yıl önce de insan haklarının canına okunmuştu. Bugün de okunuyor
Cizre gözüktü. Gabar Dağı’nın üzerinden Şırnak’a kıvrılıyoruz. Yakıt ikmali için Şırnak’a, Şehit Tuğgeneral Bahtiyar Aydın Helikopter Alanı’na iniyoruz. Avazları çıktığı kadar bağırıyorlar: “Jandarmalar geliyor !” Komandolar sabah taliminde. Yarı bellerine kadar çıplak koşuyorlar. Pata pata helikopter sesleri arasında sohbet ediyoruz. Subaylar konuşuyor, ben dinliyorum: “Şehitler hep o köşeden kalkar, bayrağa sarılı olarak! Yaşlı gözlerle uğurlarız onları. Niye öldüler? Bu toprak için... İzmir’deki, Antalya’daki, İstanbul’daki beş yıldızlı otellerdeki eroinman tipler için değil herhalde. Her gün şehitler buradan giderken selama duranlar, nefretle, kinle dolar.” Bir başka subay: “Bakın benim tam 5 bin saatlik uçuşum var helikopterle. Vietnam’daki Amerikalı pilotlar bile bu kadar saat uçmadılar.” “Buraları bilmeyen yazmasın! Yazık değil mi bu dağlarda vatan görevi yapanlara? Diyarbakır’ın Demir Oteli’nde poposunu klimaya verip Güneydoğu raporu yazanlar, buranın gerçeklerini nerden biliyorlarmış ki? Kimse kalkıp Güneydoğu’nun insanı için yoksulluk edebiyatı yapmasın. Vatanın başka yörelerinde de, Orta Anadolu’da da fakirlik yok mu yani?” Bir subay: “Bazı şerefsizlere çok kızıyorum.” “Allah, bayrak, toprak... Bunlar için ölünüyor buralarda...” “Antalya’ya tayini çıktı, gidiyor. Burada yirmi sekiz ay görev yaptıktan sonra, ‘Doğrudan Antalya’ya gitme’ diyorum. ‘Önce birkaç gün Diyarbakır’da, sonra mesela Yozgat’ta kal. Kendini alıştıra alıştıra Antalya’ya git. Birden gidersen şoke olursun!’” Tepkisini şöyle noktalıyor o subay: “O benim Ankara’da HADEP kongresinde bayrağımı indirecek, ayaklar altında çiğnemeye kalkışacak, ben de onun üstüne yürüyünce insan hakları olacak...” (Hasan Cemal, Kürtler, Everest Yayınları)
Daha ne istiyorsunuz Allah aşkına? ‘Ağzının süt kokmadığı’nı, ne kadar hoyrat ve acımasız olabildiğini göstermedi mi devlet?
Yirmi yıl geçmiş aradan.
... ben de onun üstüne yürüyünce, insan hakları olacak...
Bu cümlenin altını bir kez daha çiziyorum. İşte bu tepkidir, bu zihniyettir, özellikle 1990’ların başından itibaren devletin hukuk dışına çıkmasına yol açan... Devletin ağzı süt kokmaz, söylemini keskinleştiren... Söz konusu vatansa gerisi teferruattır anlayışıyla derin devleti biraz daha derinleştiren... Güneydoğu’da köyler böyle boşaltıldı. Böyle yakıldı. Faili meçhul cinayetler böyle işlendi. İşkencehaneler böyle kuruldu. Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde insanlara böyle bok yedirildi. O zamanlarda da yasalar vardı insan haklarını koruyan... O yıllarda da Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin uluslararası insan hakları sözleşmelerinin altında imzaları vardı. O tarihlerde de, “Türkiye bir hukuk devletidir, hiçbir şekilde işkence ve kötü muameleye müsamaha gösterilemez yazardı” anayasalarda, yasalarda... Ama bütün bunlar kâğıt üstünde kaldı. Devlet hukuk dışına çıktı. Güneydoğu’da cehennem yaşandı. Bugün de yaşanıyor. Sur’da, Cizre’de yaşananlar cehennem değil de nedir?.. Yirmi yıl önce de insan haklarının canına okunmuştu. Bugün de okunuyor. Daha ne istiyorsunuz Allah aşkına? Devlet yeterince hukuk dışına çıkmadı mı bu memlekette? ‘Ağzının süt kokmadığı’nı, ne kadar hoyrat ve acımasız olabildiğini göstermedi mi devlet? Bütün bunlara karşı şimdi bir de yasal zırh kuşanmak mı istiyorsunuz? Allah akıl fikir versin! ‘Kürt sorunu’nda bu kafayla yangın çıkardınız, yangını her geçen yıl büyüttünüz, hatta cehenneme çevirdiniz. Ama anlaşılan hâlâ akıllanmadınız. Ne yazık!