Acıyla hüzün ve Anadolu hasreti, New Jersey’de kökleri Anadolu’ya, İstanbul’a uzanan Ermenilerle geçirdiğim iki gün boyunca peşimizi hiç bırakmadı. Acılarla yüklü hatıraların oluşturduğu bir duygu ve düşünce aleminde dolaşıp durduk iki gün.
Yahudiler’in Holokost, Ermeniler’in 1915 örneklerindeki gibi insanlık, çektiği acıları diri tutarak, zamanla var oluşunun temel dayanağı haline getiriyor. Belki de o acıları unutmaktan korkuyor. Peki acıları diri tutmak bizleri geçmişin tutsağı haline getirmiyor mu?
NEW YORK
Adı, Hagop Atamian.
80 yaşında.
Suriye’de yaşıyor, Halep’te.
Benim son kitabımı, 1915: Ermeni Soykırımı’nı oturmuş, kendi başına kimselere sormadan etmeden Ermenice’ye (Doğu) çevirmiş.
Kürsüde, kitabımın girişinde yer alan Tarihin Eli Görmek İsteyene Doğru Yolu Gösterir başlığını taşıyan önsöz bölümünü Ermenice okuyor.
Sesinde derin bir hüzün...
Anlamıyorum ama etkileniyorum.
Bazı yerleri şiir okur gibi vurgulayarak okuyor.
Hrant Dink’le ilgili olduğu için, şu son bölümü daha bir hissederek, sesi titreyerek okuyor:
“Gerçek barış ve demokrasi ne yazık ki hep tarifsiz acıların içinden geçerek, Hrant Dink örneğinde olduğu gibi ancak büyük bedeller ödenerek gelebiliyor. Anlaşılan o ki, toplumların hayatında bazı taşlar bir bedel ödemeden yerinden oynamıyor ya da yerli yerine oturmuyor.”
Hagop Atamian, -ya da Agop Bey- bir sabah vakti New Jersey’da yüreğimizin tellerine şöyle bir dokunuyor, bir an içimizi acıtıyor.
Acıyla hüzün ve Anadolu hasreti, New Jersey’de kökleri Anadolu’ya, İstanbul’a uzanan Ermenilerle geçirdiğim iki gün boyunca peşimizi hiç bırakmadı.
Acılarla yüklü hatıraların oluşturduğu bir duygu ve düşünce aleminde dolaşıp durduk iki gün.
Madam Anahid’in Lübnan lokantasında Arak’larımızı yudumlarken de, alaturka müzik dinleyip İstanbul hülyalarına dalarken de, benim bir akşam bir sabah yaptığım iki konuşma üzerine tartışırken de yine aynı meseleyi düşündüm.
İnsanoğlu köklerinden ne kopabiliyor, ne de köklerini unutabiliyor.
Bir de bu çerçevede acılar konusu var.
Yahudiler’in Holokost, Ermeniler’in 1915 örneklerindeki gibi insanlık, çekmiş olduğu acıları sürekli diri tutarak, zamanla varoluşunun temel dayanağı haline getiriyor.
Belki de o acıları unutmaktan korkuyor.
Acılara sarılmak var olmakla eş anlamlı hale geliyor.
Ve aklıma benim o klasik soru takılıyor:
Acıları diri tutmak bizleri geçmişin tutsağı haline getirmiyor mu?
Yani tarihe esir düşmek...
Bu soru işaretleri ne zaman çengellerini zihnime assa hep aynı meseleyi tekrarlarım.
Geçmişi unutmak tabii gerekmiyor.
Yaşananları değiştiremeyiz.
Ama geçmişle hesaplaşabiliriz.
Ermeniler’de nasıl geçmişi unutma korkusu varsa, bizde de geçmişi hatırlama korkusu yer etmiş.
Öyle ki, maziden çıkıp gelecek birtakım zombilerin bizi ham yapacaklarını sanıyoruz.
New Jersey’deki konuşmalarımdan birinde bu noktayı belirtirken kitabımdan da şu alıntıyı yaptım:
“Gün gelecek, hepimiz geçmişi acıyla anacağız, nefretle değil. Ve gün gelecek bizler de bu topraklarda ‘kayıp tarihimizi’ bulacağız. İşte o zaman bize de yük olmaktan çıkacak tarih. Tarihimizle birlikte biz de özgürleşeceğiz.”
Bunu yapabilecek miyiz?
Milan Kundera’nın “İnsanın iktidara karşı mücadelesi, hafızanın unutuşa karşı mücadelesidir” sözünü elbette hiç aklımızdan çıkarmadan, tarihin bizi tutsak almasını da nasıl önleyeceğiz?..
New Jersey’deki iki konuşmamdan birinin konusu, ‘tutsak akıl’la ‘özgür akıl’dı.
Tabulardan, dogmalardan, önyargılardan, takıntılardan ne kadar kurtulabilirsek, ‘benim milliyetçiliğim seninkinden çok daha güzel’ diye özetlebilecek zihniyet dünyalarından ne kadar kopabilirsek, o kadar rahat ve huzura kavuşacağımızı anlatmaya çalıştım.
Akılları özgür kılmadan, eleştirel düşünmeyi hayat tarzı edinmeden barış ve demokrasinin yollarında yürümenin ne kadar imkânsız olduğuna işaret ettim.
İkinci konuşmamın konusuna gelince:
Barışla milliyetçilik arasındaki savaş!
Barışa varabilmek için, tüm farklılıkların barış ve huzur içinde aynı çatı altında yaşayabilmesi için her türlü milliyetçilikten kurtulmak gerektiğini bazı örneklerle anlatmaya gayret etttim.
Bunun için de, bazen insanın kendi kendisine de şiddet uygulaması ve kendi içindeki taşları da yerinden oynatmaya çalışması gerektiğini (kitabımın son bölümündeki Nilüfer Göle alıntısıyla) dilimin döndüğü kadar anlattım.
Yarın New Jersey’den bir yazı daha:
1915’in 100. yılı kapıdayken neler yapılabilir?..
Twitter: @HSNCML