Aktif gazeteciliği 47 yıldır sürdüren, T24 yazarı ve P24 Kurucu Başkanı Hasan Cemal ABD’de Boston College'da Peace Islands Institute'un işbirliğiyle düzenlenen sempozyumda bir konuşma yaptı. ‘’Ortadoğu’da Basın Özgürlüğü’’ başlığını taşıyan bir günlük sempozyum kapsamında, Türkiye’de medyanın son durumunu anlatan Hasan Cemal, sözlerinin başında, ‘’Konuşmama, Paris’te insanlığa karşı yapılmış olan barbarlığı, korkunç terör saldırısını lanetleyerek başlıyorum ve Fransa’nın büyük acısını paylaşıyorum’’ dedi. Ünlü dilbilimci ve yazar Noam Chomsky’nin ana konuşmacı olduğu sempozyumda Hasan Cemal’in yaptığı konuşmanın tam metni şöyle:
İstanbul’da bir televizyon kanalıyla (Bugün TV) iki günlük gazetenin (Bugün ve Millet) devlet zoruyla basılmasına tanık oldum. O gün hukuk yerle bir edildi.
Adı, Çetin Altan. 88 yaşındaydı. Türkiye’nin en önde gelen yazarlarından biriydi. Gazeteciydi. Romancıydı. Tabu kırıcıydı. Hayatında sadece yazıyı önemsedi, doğru bildiğini yazdı. Ömrü boyunca ifade özgürlüğünü, bağımsız ve eleştirel düşünceyi savundu ve demokrasinin bu olmazsa olmazlarını herşeyin önüne koydu. Geçen ay ölürken şöyle diyordu: “Benim hayal ettiğim dünya, hayal ettiğim Türkiye bu değildi.” Bu söz hala içimi acıtıyor. Tıpkı Lübnanlı romancı Amin Maalouf’un Doğu’nun Limanları isimli romanındaki içimi acıtan o cümle gibi: “Beklediğim yarınlar dünde kaldı kızım, hiç gelmediler.” Galiba benim için de öyle. Belki de anlaşıldı artık, beklediğim yarınlar hiç gelmeyebilir.
71 yaşındayım. 47 yıldır da aktif gazeteci. Hayatımda gazetecilikten başka işim olmadı. Askeri darbeler gördüm. Yönettiğim gazete birçok kez kapatıldı. Yargılandım. Siyasal cinayetlerde meslektaşlarımı kaybettim. Hapishanelerden, işkencehanelerden geçti birçok meslektaşım. Kısacası acılar yaşadım. Ama bir gazeteci olarak geçen ayın sonunda yaşadığım acı başka türlü bir acıydı. İstanbul’da bir televizyon kanalıyla (Bugün TV) iki günlük gazetenin (Bugün ve Millet) devlet zoruyla basılmasına tanık oldum. O gün hukuk yerle bir edildi. Özgürlük tecavüze uğradı. Medya bağımsızlığı hiçe sayıldı. Mülkiyet hakkı gaspedildi. Çünkü iktidarın adamları, polislerin eşliğinde, gazetenin yazı işlerini işgal ettiler. Biz gazetecileri susturmak istediler. Dünyamızı karartmak istediler.
Gazetelerin, televizyonların devlet zoruyla böylesine iğrenç şekilde terörize edildiği bir dünyada, despotizmin boyunduruğundaki böyle bir dünyada yaşamak istemiyorum
Anlatayım. Bugün gazetesinin mutfağı. Az sayıda basılmış, dağıtımı ise ‘devlet zoru’yla engellenmiş gazete toplantı masasının üstünde. Atılan manşet çarpıcı: KAYYUMLA GASP! Gazeteyi polislerle birlikte basmış olan iktidarın adamı, ‘kayyum’ denen zat, gazeteyi eline alıp sallıyor: “Rezalet bir gazete!” Sonra sözü, ‘kayyumla gasp’ manşetine getirip soruyor: “Aranızda bu düşüncede olan var mı?” Bir muhabir söz alıyor: “Evet var.” Kayyum: “Bu arkadaşın ismini alın.” Muhabir devam ediyor: “Gazete bizim için namustur.” Kayyum: “Senin namusun bu mu?..” Ekliyor: “Terbiyesiz herif!” Ve polise dönüyor: “Alın bunu!” Devam ediyor: “Mahkemenin kararına gasp diyen biriyle çalışmak istemiyorum.” Evet, çırılçıplak haliyle ‘devlet terörü’ydü bu yaşanan ve benim içimi acıtan...
https://www.youtube.com/watch?v=p8XZ6teojbA
Gazetelerin, televizyonların devlet zoruyla böylesine iğrenç şekilde terörize edildiği bir dünyada, despotizmin boyunduruğundaki böyle bir dünyada yaşamak istemiyorum. Evet öyle. Yıllarca muhabirlik yapmış, gazete yönetmiş, gazete mutfaklarında ömür tüketmiş biri olarak kendimi Bugün gazetesindeki o genç meslektaşımın, o muhabirin yerine koyuyorum. O yazı işleri toplantısını, gazeteciler için kutsal sayılan mutfağı gözümün önüne getiriyorum. “Saray’daki Sultan”ın iradesiyle, devlet zoruyla o masanın başına oturmuş ahkam kesen, polise emir buyuran ‘kayyum bey’in o afra tafrası gözümün önünde canlanıyor. Kahroluyorum. Evet, sevgili Çetin Abi gibi benim hayal ettiğim dünya da bu değil.
Benim dünyamda, Tayyip Erdoğan’ın, daha doğru bir deyişle, Saray’daki Sultan’ın yeri yok. 1 Kasım’da yüzde 49 oy almış olsa da yok. Çünkü, benim dünyamda demokrasi var. Hukukun üstünlüğü var. İfade özgürlüğü var. İnsan hakları var. Bağımsız medya var. Özgür medya var. Bağımsız yargı var. Güçler ayrılığı var. Kadın-erkek eşitliği var. Farklılıklara saygı var. Çok seslilik var. Yolsuzluğa, rüşvete, hırsızlığa kırmızı kart var. Benim dünyam böyle. 1 Kasım’da yüzde 49 oy almış olan Saray’daki Sultan’ın, Tayyip Erdoğan’ın dünyası benimki gibi değil. Benim dünyam, demokrasiyi demokrasi yapan bu değerlerden, en başta da ‘ifade özgürlüğü’nden oluşuyor.
George Orwell der ki: “Özgürlük, başkalarının duymak istemedikleri şeyleri söyleyebilmektir.” Türkiye’de benim bugün yaşadığım dünya, George Orwell’ın bu cümlesinde tarif ettiği gibi bir dünya değil. Türkiye’deki dünya her geçen gün tek sesli hale getiriliyor. Çünkü Saray’daki Sultan, Tayyip Erdoğan, sadece kendi sesi duyulsun istiyor. O, kendi sesine âşık bir despot! Bu yüzden muhalif sesleri, eleştirel sesleri planlı programlı şekilde susturuyor. Daha bu yakınlarda Türkiye’nin en büyük gazetesi Hürriyet taşlı sopalı saldırıya uğradı. Üstelik bir değil, iki saldırıya. Ve saldırıların elebaşısı, iktidar partisi AKP’nin milletvekiliydi, partinin, gençlik kolları başkanıydı ve Saray’daki Sultan’ın da yakınıydı. Hiçbir şey olmadı kendisine. Tersine, taltif edildi. Bir kaç gün sonra yapılacak AKP büyük kongresinde divan üyeliğine seçildi. Ayrıca, son seçim kampanyası sırasında Başbakan Davutoğlu’yla aynı fotoğraf karesinde pozlar verdi. Dahası var. Türkiye’nin en büyük gazetesine yapılan bu saldırıyla ‘gazetenin dokunulmazlığı’nın kaldırıldığını söyleyebildi. Daha da ileri gitti. Gazetenin genel yayın yönetmeniyle öndegelen bir köşe yazarı ve televizyon programcısını evlerinin önünde kıstırıp dövmediği için de hayıflandığını itiraf etti. O sıralarda, Saray’a yakın bir köşe yazarı da şöyle tehdit ediyordu aynı gazetecileri: “Sizi istesek sinek gibi ezeriz!” Yine Saray’daki Sultan tarafından milletvekili yapılmış, Istanbul Belediye Başkanlığı döneminde de Erdoğan’ın danışmanlığında bulunmuş bir politikacı da gazetedeki köşesinde, Hürriyet gazetesinin sahibini şöyle tehdit ediyordu: “Senin dişlerini sökeriz, senin tırnaklarını sökeriz!” Diş tırnak Allah’tan sökülmedi ama köşe yazarı, televizyon programcısı Ahmet Hakan birkaç gün sonra gece vakti evinin önünde beş altı kişi tarafından feci bir saldırıya uğradı, burnu kırıldı, omurga kemiği kırıldı.
Ben, bir gazetecinin 1 tweet nedeniyle gözaltına alındığı, cep telefonuna, bilgisayarına el konulduğu bir ülkeden geliyorum. Bir başbakanın sosyal medyayı baş belası ilan ettiği bir ülkeden geliyorum.
Soruyorum şimdi. Böyle bir dünyada yaşamak ister misiniz? Herhalde istemezsiniz. Ben de istemiyorum. Çünkü bu dünya benim değil, Saray’daki Sultan’ın dünyası. Ben, bir gazetecinin 1 tweet nedeniyle gözaltına alındığı, cep telefonuna, bilgisayarına el konulduğu bir ülkeden geliyorum. Bir başbakanın sosyal medyayı baş belası ilan ettiği bir ülkeden geliyorum. Twitter’ın, YouTube’un siyasal iktidar talimatıyla yasaklandığı bir ülkeden geliyorum. Bir başbakanın telefon talimatıyla haber attırdığı, gazeteci attırdığı, televizyon programı sansürlettiği, hatta televizyon tartışma programlarına kimin çıkıp kimin çıkmayacağına karıştığı bir ülkeden geliyorum. Bir başbakanın telefonda, bir yazıdan dolayı bir gazete patronunu ağlatıncaya kadar azarlayabildiği bir ülkeden geliyorum. Bir başbakanın kendisi gibi düşünmeyenleri hain ilan ettiği bir ülkeden geliyorum. Bir başbakanın, “Kırın kapısını alın o gazeteciyi içeri... Savcı mırın kırın ediyorsa, onu da atın içeri...” diye valiye talimat veren kendi müsteşarını içişleri bakanı yapabildiği bir ülkeden geliyorum. Bir başbakanın, “O gazetecinin sitesini kapatın! Mahkeme kararı mı yok?.. Yaa kardeşim, biz yasa yapan yeriz, gerekirse hangi yasa yapılıyorsa onu da yapar, sizin yaptığınızı suç olmaktan çıkarırız. Yüzde 50 oy almış bir partinin iradesini söylüyorum ben. Boş ver, affedersin siktir et gerisini...” diyebilen kendi müsteşarını içişleri bakanı yapabildiği bir ülkeden geliyorum. Bir başbakanın, Twitter, YouTube gibi kapatma kararlarını bozan ve hukukun üstünlüğünü savunan Anayasa Mahkemesi Başkanı’nı kamuoyu önünde yerden yere vurabildiği… Bir başbakanın, hukukun üstünlüğünü savunan ve bunu ekonomik büyüme açısından önemseyen iş dünyasının en büyük örgütünün başkanını vatan haini ilan edebildiği… Bir başbakanın, faiz oranlarını düşürmeyen Merkez Bankası Başkanı’nı hain ilan ettiği bir ülkeden, bir dünyadan geliyorum. Ve bir daha altını çiziyorum. Bu dünya benim dünyam değil, adı Recep Tayyip Erdoğan olan Saray’daki Sultan’ın dünyası. Tayyip Erdoğan o dünyasında, demokrasiyi seçim sandığından çıkan çoğunluk sanıyor. Seçim sandığından çıkan çoğunlukla, demokrasilerde yargının teslim alınamayacağını, kuvvetler ayrılığının hiçe sayılamayacağını, ifade özgürlüğünün tepelenemeyeceğini, özgür ve bağımsız medyanın yok edilemeyeceğini, sivil toplumun fethedilemeyeceğini, yani demokratik değerlere dokunulamayacağını öğrenebilmiş değil. Bundan sonra öğrenebilmesi de imkânsız.
Biz gazeteci milleti, -ben böyle derim gazeteciler için- soru sormadan yaşayamayız. Bizim işimiz soru sormaktır. Bizim hayatımız ‘sorgulamak’la geçer. Bu nedenle pek sevilmeyiz. Özellikle kendine yüzde doksan dokuz da değil, yüzde yüz biat isteyen siyaset sınıfı hoşlanmaz ‘gazeteci milleti’nden. Örneğin, Türkiye’de Cumhurbaşkanı Erdoğan, kendisini rahatsız edici herhangi bir soru sorabilecek gazetecileri huzuruna kabul etmiyor. Ancak ‘yandaş gazeteci’lerle birlikte olabiliyor. Kazara bir fırsatını bulup aradan kafayı uzatarak gazeteci sorusu sorabileni ise fena halde haşlıyor. Ve size bir not daha: Tayyip Erdoğan bugüne kadar gerçek bir basın toplantısı yapmaya cesaret edememiş bir başbakan, bir cumhurbaşkanıdır. Bununla birlikte biz gazeteciler, soru sormaya devam edeceğiz! Hiçbir despot, gazetecinin bu demokratik hakkını elinden alamaz. Uzun lafın kısası… Demokrasiyi demokrasi yapan temel değerler bugün Türkiye’de saldırı altında. Darbe üstüne darbe yiyorlar. Demokrasi ve hukukun üstünlüğünü hiçe sayan bu kaba darbeler, cumhurbaşkanı olarak etmiş olduğu yemini sürekli çiğneyen Tayyip Erdoğan ya da “Saray’daki Sultan düzeni”nden kaynaklanıyor.
Burada sizlere bir noktayı belirtmek isterim. Bütün bunları size yakınmak için anlatmadım. Ayrı ayrı ülkelerde fakat ortak bir gezegende yaşıyoruz. Herkesin derdinin diğerinin de derdi olduğu bir dünya bu. Birbirimizin yaşadıklarından haberdar olmamız, bu küçük gezegenin daha iyi bir yer olması için ortaklaşa çalışmamızı sağlayacaktır. Buraya bu ümitle geldim. Bunları bu ümitle sizlere anlattım. Tek tek ülkelerden değilse de, bu dünyadan ümidimi asla kesmedim çünkü... Şimdi lütfen söyler misiniz? Böyle bir dünyada, günümüzün Türkiye’sinde ne yapmalıyım?
Mario Vargas Llosa’nın şu sözü aklımdan çıkmaz: “Yazarın içinde bulunduğu durum her zaman başkaldırıdır, şeytanın avukatı rolüdür.” Şöyle devam eder Perulu romancı: “ ... toplumda, dün ve bugün olduğu gibi hayır diyerek, başkaldırarak... ... farklı düşünme hakkımızın tanınmasını talep ederek... ... dogmanın, sansürün ve keyfiliğin, ilerleme ve insan onurunun ölümcül düşmanları olduklarını göstererek... ‘’
Evet, demokrasiden yana, özgürlükten yana olanlar yola devam etmek zorunda... Ama nereye kadar?.. 71 yaşındayım. 46 yıllık da aktif gazeteci... Almanya'daki 2006 Dünya Kupası’nda bir ay meşin top peşinde dolaşmıştım. O günü hatırlıyorum. Trenle Berlin'e gidiyordum bir maç için. İngiliz Daily Telegraph gazetesini karıştırırken, mesleğinde 75. yılını doldurmuş bir gazeteciyle yapılmış bir söyleşi okumuştum. Yazının içine siyah beyaz fotoğrafı da oturtulmuştu, trende pencere kenarına oturmuş yazısını yazarken. Kutlama yemeğinde kendisine sormuşlar: “93 yaşına geldin, hâlâ ne diye her gün bilgisayarını açıp karşısına oturuyorsun?” Soruyu bir şiirle yanıtlamış:
Uyan evlat! Yolculuk bitince, uyumak için fazlasıyla vaktin olacak! (*)
Son sözüme gelince: Bu dünya despotlara kalmaz!
*The Daily Telegraph, 19 Haziran 2006, sayfa 12.