Bir sabah vakti gün doğarken Soykırım Anıtı’na senin için beş sap beyaz karanfil koyduktan sonra, “Beni buraya senin acıların getirdi” diye imzalamıştım müzenin defterini...
Sevgili Hrant; Agos’un bugünkü manşetinde fena halde yakışıklı bir fotoğrafın var. Başlık olarak şu atılmıştı: “Bu su hiç durmaz!”
Sevgili Hrant;
Kanada’ya, Toronto’ya uçarken yazıyorum bu satırları. İnşallah donmam, eksi yirmi derecede karlı bir havadan söz edenler var.
19 Ocak dolayısıyla düzenlenen anma toplantılarında bazı konuşmalar yapacağım.
Bilirsin, iyi bir konuşmacı değilimdir.
Ama şu benim 1915: Ermeni Soykırımı kitabı çıktığından beri Diaspora’dan gelen davetlere bazen icabet ediyorum.
Tabii her konuşmamda sen varsın.
Bir zamanlar Diaspora’nın sana nasıl kızdığına da, seni nasıl Türk devletinin tutsağı gibi gördüklerine de değiniyorum konuşmalarımda.
Artık bu haksızlığın farkındalar.
Çünkü senin hayatınla, 2007’den beri hâlâ aydınlanmamış olan o korkunç 19 Ocak cinayeti ile ödediğin büyük bedelle bugün Türkiye’de de bir şeylerin değiştiğini görüyorlar.
Ama devlet konusundaki karamsarlık sürüyor. “Türkiye’de devlet 1915’le ilgili olarak ne kadar değişti ya da değişti mi?” sorusuna her toplantıda muhatap oluyorum.
Cevabım mı?..
Doğrusu ben de bugüne kadar “Devlet değişti” ya da “Değişmeye başladı” diye bir yanıt veremedim.
Geçen Ekim ayında, Amerika’da, New Jersey’deki Ermeni topluluğunun bir toplantısında konuşurken, yine bu devlet meselesiyle karşı karşıya geldim.
Yaşlıca bir Ermeni yanıma geldi, sordu:
“Siz Türk devletinin ajanı mısınız?”
Şaşırmadım değil.
Yanıtımı beklemeden devam etti:
“Devletin ajanı değilseniz, soykırım adını taşıyan bir kitabı nasıl yazdınız Türkiye’de?..”
Böyle bir soruya muhatap olunca, demin de belirttiğim gibi seni hatırladım ve şöyle bir yanıt verdim:
“Türkiye’de eğer devlet ajanları artık soykırım adını taşıyan kitaplar yazıyorlarsa, bizim devlet de değişmeye başlamış demektir.”
Ermenilerin iç aleminde de, daha yıkılmayı bekleyen dimdik bir güvensizlik duvarı var.
Biliyorum, kolay değil. Ama gerçek barış adına mutlaka yıkılması, aşılması lazım bu ‘duvar’ın.
Bunun için de öncelik Türkler’de, devlette olmak üzere Ermeni tarafına da düşen sorumluluklar yok değil.
Farkındayım, hiç de kolay olmayan bir süreci anlatmaya çalışıyorum.
Sevgili Hrant;
Geçen Ekim ayında, New Jersey’deki konuşmam yeni bitmişti. Kitaplarımı imzalarken orta yaşlı, sarışın bir kadın yanıma geldi, dedi ki:
“Adım Anna... 1920’lerde sizin Cemal Paşa ailesine İstanbul’da, Kurtuluş semtinde Atatürk’ün emriyle verilmiş olan bahçe içinde ev benim büyük dedelerime aitti.”
Bir an bakıştık.
Ayağa kalktım, Anna’nın elini sıktım.
O evin 1920’lerde epeyce kalabalık Cemal Paşa ailesi tarafından hiç bitmeyen parasızlık dertlerinden dolayı satıldığını, bunu da evimizde kulak misafiri olduğum masa başı sohbetlerinden bildiğimi söyledim.
Kitabımı “Anna’ya” diye imzaladım.
Tekrar el sıkıştık, bakıştık, o kadar...
Evet, bir yanda tarih...
Bir yanda kişisel tarih, aile kökleri...
Belki ikisi arasında bir çizgi çekebilmek her zaman kolay olamıyor.
Veyahut, “Cemal Paşa’nın torunu”yla acıları paylaşmak sorusunun bazen aklıma takılması gibi bir durum...
Sevgili Hrant;
2008 yılı Eylül ayıydı.
İlk kez Erivan’a gitmiştim.
Bir sabah vakti gün doğarken Soykırım Anıtı’na senin için beş sap beyaz karanfil koyduktan sonra, “Beni buraya senin acıların getirdi” diye imzalamıştım müzenin defterini...
Erivan’dayken sormuşlardı bana:
“1922’de Tiflis’te dedeni, Cemal Paşa’yı vuran çetenin bir mensubunun torunuyla tanışmak ister misin?”
İsmi Armen Gervorkyan’dı.
Erivan’ın Cumhuriyet Meydanı’ndaki bir kahvede buluşup konuşmuştuk. Duygu ve düşüncelerimi Milliyet’teki köşemde yazarken, tarihle insanın kişisel tarihi ve ailesiyle arasındaki bağları anlatmaya çalışmıştım.
Bu pek o kadar kolay bir konu değil.
Bazı hassasiyetleri olan bir konu...
Çizgiyi nereden çekeceksin?
Eğer özen göstermezsen, tarih tarafından tutsak alınabilirsin. Bu da barış adına iyi olmaz.
Diaspora’da yaptığım konuşmalarımda bazen Bahadır Demir’e değiniyorum.
İlk gençliğimden ve Mülkiye’den en iyi arkadaşlarımdan biriydi. Dışişleri Bakanlığı’na diplomat olarak katıldıktan sonra Los Angeles Başkonsolosluğu’na tayini çıkmıştı.
Ankara’dan ayrılırken hiç unutmam bana şöyle demişti:
“Bakalım paşa dedenden dolayı oralarda başıma ne gibi işler açılacak?”
1973 yılı Ocak ayıydı.
Genç bir muhabir olarak Ankara’daki bir haber ajansında nöbetçiyken, zilleri çın çın öten teleksten ölüm haberini okumuştum. Yaşlı bir Ermeni kurşunlamıştı Türk diplomat Bahadır Demir’i, sevgili arkadaşımı...
Sevgili Hrant;
Bugünlerde Murat Belge’nin yeni kitabını okuyorum:
Edebiyatta Ermeniler, (İletişim Yayınları).
Bir yerinde şöyle diyor Murat Belge:
“Dünyada kimseye, hiçbir topluluğa düşman olmadım. İnsanlar arasında böyle kolektif farklılıklar olduğuna inanmam. Ama gadre uğradığını bildiğim topluluklara ait kişilere karşı ister istemez daha fazla yakınlık duyuyorum. Onun için de, Ermenilerin bende bu kategoriye girdiğini söyleyebilirim.
Çeşitli toplantılarda söylediğim bir şey var:
Bu ülkede, başta 1915, Ermenilerin uğradığı kötü muameleye çok üzülmekle birlikte bunlardan ben sorumlu değilim, kendimi suçlu hissetmiyorum.
Ama bunlar benim yaşamakta olduğum ülkede cereyan etmiş olaylar ve bu ülke bugün resmi düzeyde bunların olmadığını iddia ediyor, olduğunu söyleyenleri iftira atmakla suçluyor ve resmi olmayan belirli kesimlerde de bu sözler destek buluyor.
İşte bundan sorumluyum.
1915’te hayatta olmadığım için onu engellemek üzere bir şey yapamazdım ama şimdi hayattayım ve bu tavra karşı mücadele edebilirim. Elimden geldiği, aklımın erdiği ve bilgimin yettiği kadar, ediyorum da.”(s. 11-12)
Sevgili Hrant;
Agos’un bugünkü manşetinde fena halde yakışıklı bir fotoğrafın var.
Başlık olarak şu atılmıştı:
“Bu su hiç durmaz!”
Başyazı şöyle:
“Zaman akıyor. Şöyle bir geriye dönüp baktığımızda yedi yılın gelip de geçtiğine inanmak güç. İnanmak güç, çünkü aslında gelip de geçmeyen bazı şeyler var.
Adalet mesela, yamacımıza hiç uğramadı, bize yüzünü bile göstermedi. Mahkeme koridorlarında ve salonlarında oynanan oyunlar, yedi yıl boyunca kamuoyunun gözü önünde cereyan etti. Yargıtay kararıyla durum öyle büyük bir kandırmaca halini aldı ki, Dink ailesi bu kumpasın bir parçası olmak istemediğini ilan ederek duruşmalara girmeyeceğini duyurdu.
Cinayeti işleyen devlet şebekesi ile sonrasında delilleri karartanları, katilleri ve azmettiricileri koruyan, terfi ettiren siyasi iktidar suç ortağı oldular.
Sonrasında güç kavgası için bozulan ittifaklar, Hrant Dink cinayetinin aydınlatılması söz konusu olduğunda yerinden milim kıpırdamadı. Kıpırdamadığı için de Türkiye’de devletin bir suç mekanizması olmaktan çıkacağına dair umutlar bir türlü yeşeremedi.
Yargısı, polisi, askeri, istihbaratı, bürokrasisi ve siyaset kurumuyla devletin alnındaki kara leke öylece duruyor.
Ama fikirlere kurşun işlemiyor.
Hrant Dink sağlığında, Türkiye’nin karanlık bir yer olmadığına, onu cennete çevirmeye talip olanların vereceği mücadelenin, barış içinde bir arada yaşamın temellerini atacağına iman etmişti.
Bu uğurda yaşadı, bu yolda çalıştı.
Bu toprakların insanına bu toprakların hikâyelerini anlattı; dur durak bilmeden şiddetsiz bir coğrafyayı inşa edecek tohumları dört bir yana yaymaya uğraştı.
Onun hepimizin gözleri önünde aramızdan alındığı 19 Ocak 2007 tarihi ise, genç yaşlı pek çoğumuz için bir milat oldu.
Utanç duygusunun, yasın, mücadele azminin, susmama hakkının simgesi, farklılıklarla yan yana gelme çabasının meydanı.
Hrant Dink, akan suyun önünde hiçbir şeyin duramayacağını, demokrasi yönündeki köklü değişimin er ya da geç geleceğini anlatıyordu.
Bugün, en sarsıntılı zamanlardan geçerken bile, bu suyun hiç durmayacağını, çünkü kaynağının sağlam olduğunu biliyor, onu sevgiyle ve özlemle anıyoruz.”
Twitter: @HSNCML