NEW YORK Yine Village'ın Macdougal sokağındaki Caffe Reggio... Çok tenha bu sabah. Uzaktan kulağa çalınıyormuş hissi veren klasik müzikle mis gibi kahve kokusu... İyi geliyor. Hatıralara dalıyorum. Hafızanın acımasızlığı, der Necip Mahfuz... Olmadık anılar bir kahve köşesinde dipsiz bir kuyudan çıkıp geliyor. Biz eskiler mutfak derdik. Gazete mutfağı... Mutfakta büyük bir masanın çevresinde toplanıp ertesi gün çıkacak gazeteyi yapardık. Bizim deyişle: Gazete pişirilirdi! Mutfakta o masanın çevresine oturduk mu, burnumuzdan kıl aldırmazdık. Türkiye ve dünya bizim etrafımızda dönerdi çünkü... Mutfağın kapısı bir kere kapandı mı, başka kimse içeri girmezdi. Şimdi nerden mi aklıma takıldı bu mutfak işi? Tuğrul Eryılmaz'ın son kitabı ve Hürriyet'te yayınlanmayan bir röportajın haberi beni yıllar öncesine götürdü. Sevgili Tuğrul, benim Cumhuriyet'teki genel yayın yönetmenliğimle ilgili şu satırları not düşmüş güzel kitabında:
Hasan Cemal hakikaten rahattır. İnsanları çok güzel gaza getirebilir. Burnu büyük davranmaz. İcabında gelir insanın kolunu büker, öyle huyları da vardır. Ama seni kışkırtır konuşmaya... Cumhuriyet'e gittim. Beni tanıdıktan iki hafta sonra haber toplantılarına çağırdı. Bir deliyi bulduğu anda onu yakalıyor. Bu önemliydi.
Haklıydı sevgili Tuğrul. Mutfakta, rahmetli Okay Gönensin'le birlikte 'deliler'le çalışmayı tercih ederdim. Yazı işleri masasının etrafına en ters, en aykırı, en marjinal, en olmadık öneri sahiplerini toplamaya gayret ederdik. Cumhuriyet gazetesinin o klasik ya da resmi ağırbaşlılığını hiçe sayan fikirler ortaya saçılırdı. Bazen sinirlenirdim. Fena halde kızardım. Kan beynime sıçrar, küfürü basardım. Ama gazete böyle canlanmaya, eski kalıplarını kırmaya başlamış, farklılaşmış, hatta gençleşmişti.
O masanın etrafında o kadar çok tatlı kaçık vardı ki, Okay'la beni çıldırtan... Şimdi anımsadıklarım: Ümit Kıvanç, İsmet Berkan, Umur Talu, Deniz Som, Kerem Çalışkan, sendikacılıktan gelen Nail, Gürsel Göncü, Alev Er, Mehmet Ataberk, Yalçın Bayer, Ufuk Güldemir... Daha geniş halkadan Ergun Balcı, Osman Ulagay, Cengiz Turhan, Meral Tamer, Şahin Alpay... Tabii Ankara'dan Yalçın Doğan, Füsun Özbilgen, Erbil Tuşalp, Sedat Ergin, Işık Kansu... Her kafadan bir ses çıkardı. Ve 'mutfak'ta bağıra çağıra, güle oynaya, bazen kavga ederek, küfürleşerek, ama kendi kafamıza göre pişirdiğimiz gazete hep iyi gazete olmuştu. Çünkü her şeyden önce o günlerin mutfağı, haber kadroları kendi kafasına göre takılan bir mutfaktı.
Haberi yazdı mı, ertesi gün çıkacağını bilirdi. Mutfağa güvenirdi. Eksiğimiz gediğimiz elbette vardı. Ama mutfağımız bağımsız bir mutfaktı. Doğrusuyla yanlışıyla son kararlar orada, o masanın etrafında alınırdı. O günleri hasretle anıyorum. Bugün artık mutfak bağımsızlığı mazi olmuş durumda. Bugünün gazeteleri bazı istisnalar dışında artık o 'mutfak'ta pişirilmiyor. Birçok nihai karar orada alınmıyor. Ana menü bugün artık Saray'dan soruluyor., Ne yazık ki öyle. Geçen gün T24'de şöyle bir haber çıktı:
Hürriyet gazetesi, İzmir’de tutuklanması Türkiye ile ABD arasında krize neden olan Rahip Andrew Craig Brunson’la yapılan söyleşiyi yayımlamadı. T24’ün Hürriyet koridorlarında konuşulan sansürle ilgili olarak aldığı bilgilere göre, gazetenin Washington Temsilcisi Cansu Çamlıbel, Türkiye’deki tahliyesinden sonra ev hapsi de kaldırılınca ABD’ye giden Brunson’la yaklaşık üç hafta önce bir söyleşi yaptı. T24’ün, içeriği konusunda bilgi alamadığı söyleşinin yayınından son anda vazgeçildi. Türkiye medyasına Brunson’un verdiği bu ilk söyleşiyi yayımlamama kararının Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Vahap Munyar değil, Demirören Medya Grubu Başkanı Mehmet Soysal tarafından alındığı öğrenildi.
Gazete mutfaklarının bağımsız çalıştığı... 'Gazeteci milleti'nin özgürce haber peşinde koşturduğu... Gazete köşelerinde yorumların özgürce yazıldığı... İşte böylesine güzel günlerin özlemiyle birkaç satır yazmak istedim, o kadar...