Bir zamanlar, özellikle askeri darbe dönemlerinin ertesinde ne çok yazmıştım. Gelin hepimiz, ne olursak olalım, demokrasi ve hukuk devletinin çatısı altında buluşalım. Hangi görüşte, hangi inançta olursak olalım, gelin, demokrasiyi ortak bir zemin, ortak bir platform olarak benimseyelim. Gelin, sadece kendi sesimizin duyulduğu düzenleri demokrasi sanmak gafletinden kurtulalım. Gelin, birbirimize tahammülü öğrenelim. Gelin, demokrasiyi demokrasi yapan diyalog, uzlaşma, hoşgörü gibi alışkanları edinelim. 12 Eylül sonrasıydı. Darbe sonrası 6 Kasım 1983'te seçimler yapılmış, ANAP lideri Turgut Özal tek başına sandıktan çıkmıştı. Asker, geride kendi geleneksel 'kırmızı çizgileri'ni anayasa ve yasalar halinde bırakarak kışlasına çekiliyordu.
Ben de seçimin ertesi günü Cumhuriyet'in birinci sayfasında çıkan ilk imzalı yazımda diyordum ki:
Özlemini çektiğimiz Batı demokrasilerinde siyasal ve ekonomik bunalımlar, büyük istikrarsızlık dönemleri, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana seçimlerle noktalanabilmiştir. Sarsıntılar sistemin kendi mantığı içinde aşılabilmiştir. Siyasal ve toplumsal güçler, yeni uzlaşma noktaları yakalayabilmiş, yeni dengelerde buluşabilmişlerdir. Temel hak ve özgürlüklerden herhangi bir ödün vermeksizin gerçekleşebilmiştir bu. Aynı gözlemi ne yazık ki ülkemiz için yapamıyoruz. Çok partili sisteme geçip demokrasiyi denemeye başladığımızdan beri siyasal ve toplumsal çalkantılar, Batı’daki örneklerin tam tersine, askerî müdahale ve yönetimleri, ara rejimleri getirmiştir. Acaba neden?.. Demokrasinin, sandıktan çıkan çoğunluğun azınlık üzerindeki zorbalığı olabileceği yanılgısına kendini kaptıran, millî iradeyi böylesine tek boyutlu değerlendirebilen iktidarları gayet iyi anımsıyoruz. Muhalefetin varlığını yadsıyarak demokrasi olabileceğine inanan yönetimleri ve siyaset adamlarını da... Bir toplumda farklı sesler çıkması, farklı eğilimlerin örgütlenerek çıkarlarını savunmaya yönelmeleri son derece doğaldır ve demokrasinin gereğidir. Ama bu gerçek göz ardı edildi genellikle. Demokrasinin çok sesli uyumu sağlayacak bir çerçeveyi içerdiği unutuldu çoğu kez. Çok sesli uyumun sağlanması için çaba gösterileceği yerde bazı sesler, çatlak olarak nitelenip susturulmak istendi. Oysa çatışma yerine uzlaşma aranabilirdi. Bunun yerine kamplaşma, cepheleşme süreçleri başlatıldı. Diyalog... Uzlaşma... Hoşgörü... Demokrasi kültürünün bu en temel kavramları anlamlı bir yer edinemedi. Karşı tarafı dinlemek, anlamaya çalışmak, özgürce tartışıp birilerini eleştirmek gibi çağdaş uygarlığın gereği olan erdemlere çoğu kez boş verildi. Siyasal şiddetle ilgisi olmayan karşıt görüşleri demokrasi dışında görmeyi, hatta 'vatan hainliği'yle damgalamayı alışkanlık haline getirenler oldu. Karşıt görüşlere, âdeta, savaşırcasına karşı çıkıldı. Karşıt düşüncelere söz hakkı tanınmamasının, bir siyaset açısından, kendi mezarını kazmakla eşanlamlı olduğu görülebildi mi ? Hayır. Demokrasi, sadece dört yılda bir meydanlara konan seçim sandıkları mıydı ?.. Hayır. Siyasî partilerin tek başlarına yeterli olamayacağı, demokrasinin geniş bir siyasal katılım olayı olduğunu unuttuk. Partilerle birlikte sendikaları, dernekleri, kooperatifleriyle ve daha önemlisi yerel yönetimleriyle demokrasinin bir bütün olduğunu, bunlar arasında sağlıklı bir alışveriş olmaksızın demokrasinin işlerlik kazanamayacağını tam kavrayabildik mi ? Hayır. Ayrıca, bütün bu kurumların kendi yapılarında demokratik kurallar ne ölçüde geçerli kılınabildi, en geniş katılım tabandan tavana doğru sağlanabildi mi?.. Sanmıyoruz. 6 Kasım 1983 genel seçimleriyle birlikte yeni bir “geçiş dönemi”nin eşiğine gelmiş bulunuyoruz. Eğer geçmişi demokrasi açısından yeterince değerlendirememişsek, ülkeyi Batılı demokratik parlamenter sisteme götüreceği umulan bu geçiş dönemi bizi başka kıyılara da bırakabilir.
Gelin, demokrasiyi demokrasi yapan diyalog, uzlaşma, hoşgörü gibi alışkanları edinelim
Evet, 34 yıl geçti aradan. Ve bu uzun geçiş dönemi, bizi bir kez daha, demokrasiye değil, bir darbe dönemine bıraktı. Ama bu seferki askeri değil sivil darbe! Türkiye'yi bu 'sivil darbe'den kurtarıp, demokrasi ve hukuk yoluna oturtabiliriz. Bu açıdan 16 Nisan'ın yüzde 49'u umut vericidir. 2019'da bu yüzde 49'u yüzde 50'nin üzerine çıkartmak elimizde... O yüzden, hangi siyasal partiden olursak olalım, hangi görüş ve inançtan olursak olalım, gelin, ortak bir demokrasi zemininde buluşalım. Gelin, Türkiye'yi kaosa doğru sürüklemekte olan siyasal ve toplumsal kutuplaşmadan, cepheleşmeden kurtulalım. Gelin, farklı seslerin özgürce çıkacağı, farklı düşüncelerin özgürce örgütleneceği bir düzende buluşalım. Gelin, sadece kendimize demokrat olmayı bırakalım. Bu satırları bugün bana yazdıran, Cumhuriyet'te pazar günü çıkan bir haber oldu. Erdem Gül'ün haberine göre, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, 2019 için demokrasiyi ortak bir zemin, eski deyişle asgari müşterek olarak kabul eden bir ilkeler bildirgesi hazırlanmasını istiyor. Kılıçdaroğlu, öyle anlaşılıyor ki, farklı partilerin, siyasal tarafların birlikte hazırlayacakları, altına imza koyacakları böyle bir demokrasi bildirgesi ile 2019 seçimlerine gidilmesinden yana... "Ülkenin ilk acil ihtiyacı en geniş anlamıyla demokrasidir" diyen CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu'nun bu girişimi önemli ve desteklenmeye değer buluyorum. Askeri darbeler konusunda yapamadığımızı, keşke bu sefer sivil darbe konusunda yapabilsek...