DİYARBAKIR
Güneş batıyordu geçen perşembe günü Diyarbakır’a girerken. Kavşakları, üst geçitleri tanklar, zırhlı kariyerler tutmuştu. Ve miğferli askerler, elleri tetikte... Arada bir de helikopterlerin pata pata sesleri... Caddeler tenhaydı. Ortalıkta pek kimseler yoktu. Şehirde hayat durmuş gibiydi. Sanki yeni ilan edilmiş olağanüstü hal, sıkıyönetim ya da askeri darbe zamanları...
Diyarbakır hayalet şehir gibiydi. İçimin daraldığını hissediyorum. Film tekrar başa mı sarılıyor? Galiba…
Bir an, 1990’lı yılların Diyarbakır’ı siyah-beyaz bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti gitti. İçimi hüzün bastı. Tedirgin bir hâli vardı şehrin. Klasik deyişle: Hayalet şehir! El ayak çekilmişti. Sokaklar karanlıktı. Otelin ışıkları da sönüktü. Rezervasyon iptallerinin çokluğundan yakındılar. Odama çıktım, bilgisayarın başına oturdum yazı için... Müthiş bir patlama, çok yakında. Yerimden fırladım. Resepsiyondaki çocuk aradı: “Abi meraklanma, sadece bir ses bombası...” Arada bir uzaktan patır patır silah sesleri duyuluyor. Polis arabalarının siren sesleri ve hoparlörlerinden yükselen uyarıları hiç eksik değil. Biraz sonra, yanıp sönen ışıklarla tencere tava eylemi başlıyor. Ve kadınların çektikleri zılgıtlar gecenin karanlığını yırtıyor. İçimin daraldığını hissediyorum. Film tekrar başa mı sarılıyor? Galiba... Çözüm derken, barış umudundan söz ederken, şimdi önümüzde geçmişten daha beter bir cehennem çukuru mu açılıyor, sorusu burgaç gibi kafamın içini oyuyor. Oysa, daha 2013’ün Mart ayında iyimserdik.
Anlatıyor: ’Kobanê düştü düşecek’ diyen, IŞİD neyse PKK de odur’ diyen bir Erdoğan bir daha benden oy alamaz. Göreceksin bu topraklarda AKP, CHP gibi tabela partisi haline gelecek
Cuma sabahı Diyarbakır çarşısında dolaşıyoruz kırk yıllık dost Şeyhmuz Diken’le. Çarşı tenha. Gâvur Mahallesi’nin (Hasırlı Mahallesi) daracık taş sokaklarından kim bilir kaçıncı kez geçiyoruz. Kepenklerin çoğu kapalı. Bakışlar tedirgin... Hep yarınlar n’olacak sorusu... Biri şöyle diyor: “Kürtçe bir deyiş vardır. Bu bir ‘ninna’dır, ama bunun bir de ‘tırninnası’ vardır, yani beterin de beteri... Allah göstermesin ama, hele bir de Kobanê düşerse...” Biri kolumdan yakalıyor: “Rabbim hakka yardım etsin!” Dörtayaklı Minare Sokağı’nda bir bakkal dükkânı. Camekânında altı yedi tane büyücek kurşun deliği dikkat çekiyor. “Tekbir getirerek kurşunladılar” diyor, yorgun ve bezgin yüzlü dükkân sahibi... Adım başı Tayyip Erdoğan’ın o sözü: “IŞİD neyse, PKK de odur. Nasıl eder böyle bir lafı?” Şeyhmus Diken: “Erdoğan’ın bu sözü bilinçaltının yarılmasıdır, deşifre olmasıdır. Kürt meselesini anlamadığı gibi, yüreğinde de hissetmediğinin tam bir dışavurumudur.” Suruç’un Aligör Mahallesi’nde, Kirvem Ciğer Kebap’ta Müslim Kılıç’ın sözünü anımsıyorum: “Ben AKP’ye oy verdim. Bir daha vermem. Kobanê düştü düşecek diyen, IŞİD neyse PKK de odur diyen bir Tayyip Erdoğan bir daha benden oy alamaz. Bak göreceksin, nasıl CHP bu topraklarda tabela partisi haline geldiyse, AKP de öyle olacak. Suruç’ta şimdiden indirildi AKP tabelası zaten...” Bir de şu söz: “CHP’nin Dersim’i, Saddam’ın Halepçe’si, Evren’in Diyarbakır Cezaevi, Erdoğan’ın da Kobanê’si...”
Ulucami’nin önü epey kalabalık. Uzun namlulu silahlarıyla özel kuvvet ekipleri çok sıkı güvenlik önlemi almış. Karşı dükkânların damları da polis dolu. Diyor ki: “Şehrin ekâbir takımı, devlet protokolü cumayı Ulucami’de kılar. Belki de HÜDA-PAR, Hizbullah taraftarları cuma sonrası gösteri yapabilir diyedir bu kadar yoğun güvenlik önlemi...” Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nde nohutlu pilava kaşık sallarken genç adamı dinliyorum: “Benim dünyamda silah hiç olmadı. 1990’larda İstanbul’da okurken birçok arkadaşım dağa gitmişti, ben gitmedim. Ama Şengal ve Kobanê’yle birlikte silah ilk kez benim de zihniyet dünyama girdi. Küçük oğlumu bırakacak birini bulsam, ben de dağa çıkarım.” Sözü, sohbetlerin baş köşesindeki ‘çözüm süreci’ne getiriyor: “Aha bi seçim... Aha iki seçim... Öteleye öteleye bugünlere geldik. Bu işin gideceğine inanan kalmadı gibi... Ne kadar da kibirli bir adam bu Tayyip Erdoğan...”
Gültan Kışanak: Ne kadar kibirli bir insan bu Erdoğan...Kürtlerin korkacağı ne kaldı ki? Hapis, işkence, sürgün, ölüm... 'İp koparsa, N’apalım bir daha yaşarız’ diyenler o kadar çoğalmaya başladı ki...
Büyükşehir Belediyesi’nde eşbaşkanlar Gültan Kışanak ve Fırat Anlı’yla sohbet ediyoruz. Gültan Kışanak ‘bireysel silahlanma’nın son zamanlarda nasıl artış kaydettiğine dikkat çekiyor. Bu konudaki kendi direnişinin de aşınmaya başladığını itiraf ediyor, bundan duyduğu rahatsızlığı belirterek... Gültan Kışanak’ın şu sözlerini özellikle not ediyorum: “Ne kadar kibirli bir insan bu Tayyip Erdoğan... Hissedemiyor Kürtlerin acısını... Gazze’de, Mısır’da, Mavi Marmara’daki acıları hissedebiliyor. One minut diyor. Habire Rabia işareti yapıyor. Ama Kobanê’ye gelince, Kürtlerin acılarına gelince tek bir cümle çıkmıyor ağzından. Kürtlerle en ufak bir empati yapamıyor. Halbuki yürekteki hissiyat çok önemlidir.” Şöyle devam ediyor: “Kürt gençlerinde Ankara’ya, devlete dönük duygusal kopuş çok derine gidiyor.” Tedirgin Gültan Kışanak. İki taraflı böylesine kopuşların Türkiye’yi ‘kanlı bir kaos’un içine sürükleyebileceğinin altını çizdikten sonra ekliyor: “Kürtlerin korkacağı ne kaldı ki?.. Hapisse hapis... İşkenceyse işkence... Sürgünse sürgün... Ölümse ölüm... Kürtlerin çekmediği acı kalmadı ki... İp bir yerden sonra koparsa, ‘N’apalım bir daha yaşarız’ diyenler o kadar çoğalmaya başladı ki...”Kobanê yorumları devam edecek.İyi pazarlar!