Tournier, Ayakta Yazmak adlı denemesinde, ilk cezaevi ziyaretinden “dayanılmaz buruklukta” bir izlenimle, dışarıda olmanın suçluluğuyla ayrıldığını yazar. Bu denemede, bir başka ziyareti, hepsi “ağır suçlardan” hüküm giymiş mahkûmların bulunduğu C. Cezaevi’ndeki söyleşisini ayrıntılarıyla anlatır. “Onlara toplumun, düzeni sağlayan güçler tarafından ölüm tehdidi altında tutulduğunu söyledim. Her türlü güç tutucudur. Onu dengeleyen bir şey olmazsa, karınca yuvasına benzer kapalı bir toplum doğar. Yazarın doğal görevi düşünce, tartışma, kurulu düzeni koruma merkezlerini harekete geçirme işini üstlenmektir. Bıkıp usanmadan başkaldırıya çağrıda bulunur. Düzensizliği anımsatır. Çünkü yaratı olmaksızın insancıl hiçbir şey söz konusu olamaz, ama her türlü yaratı insanı rahatsız eder. Bu nedenle yazar sık sık zulme uğrar.” Bu noktada ben, Tournier’in kendi sözlerine inanıp inanmadığını, bunları mahkûmların önünde dile getirmekten eziklik duyup duymadığını merak ettim. Çünkü gerçekten rahatsız edenler hep “içeri” kapatılmaz mı? “Ayakta yazmalı,” diye bağlar sözlerini, “Kesinlikle diz çökerek değil. Yaşam, her zaman ayakta yerine getirilmesi gereken bir iştir.” Mahkûmlardan biri çenesinin ucuyla, göğsündeki kırmız şeridi, Legion d’Honneur nişanını gösterir: “Ya bu? Bu bir boyun eğme belirtisi değil mi?” Tournier’in nişanı yapıtlarıyla reddettiği biçimindeki sözlerine asıl vurucu yanıt aylar sonra gelir: C. Cezaevi’nden bir kamyonet kapının önünde durur ve içinden cezaevi atölyesinde yapılmış gürgen bir masa, eski zamanlarda yazarların ayakta durarak yazdıkları türden ağır ve görkemli bir masa çıkar.
Konuşacak, tartışacak, bir iki kadeh atacak arkadaşlar her geçen gün azalıyor. Issızlaşıyorum
Yanında da bir not: “Ayakta yazmak için... C. Cezaevi’ndekilerden sevgilerle.” İlk cezaevi ziyaretimi uzun boylu aktaramam. Tek bir anı, yumrukladığın anda açılacağını bilsen bile, demir kapının kapandığı anı aktarmak için bile bir köşe yazısı yeterli değil. Üstelik cezaevi gerçeğini tüm boyutlarıyla kavramak “orada olmanın” da ötesinde, ciddi hesaplaşmaları gereksiniyor. Biraz burukluk, kendini tutukluluk biçiminde açığa vuran bir eziklik içerse de, benim deneyimim sonuçta “Ayakta yazmak” noktasına vardığı için umut dolu. Şaşırtıcı gelebilir, ama “içeride”, sanki dışarı çıkmış gibi oldum. Her şeyi camekana kapatılmış, vitrin ışıklarıyla aydınlatılmış bir dış dünyadan çıkış gibi... Baskının en yoğun olduğu yerde direnişin de en yoğun olduğunu gördüm; hayatın önüne çıkan her şeyi kendisine katan bir ırmak gibi yoluna devam ettiğini; dayanışmanın en saf, katışıksız, doğal biçimini gördüm; yalnızca toplumsal sorunlara değil, bir diğerine, ötekine duyarlı insanlar, umutları ve cesaretleriyle beni yılgınlığımdan utandıran pırıl pırıl insanlar... Muhalifliğin bedel, özgürlüğün sorumluluk istediğini derinlemesine bilenler... (İster istemez, “bu ülke, hep en değerli kişilerini mi içeri tıkıyor” diye düşündüm.) Özgürlük ise hala bir sır benim için. Onu en çok, göz alabildiğince uzanan, tohumlarını derinlerde saklayan bozkıra benzetebilirim. Korktuğun anda yitirdiğin, sessiz ve şiirli bozkır... Yeşerdiğinde yaşam gibi gürültüyle yeşeren... Ayakta durmayı, ayakta yazmayı, ayakta yaşamayı öğrenmek gerekiyor.
* * *
Son günlerde Aslı Erdoğan’ın kitaplarını okuyorum. Acıları bana fena halde hissettiriyor. Yukarıdaki satırlar Bir Delinin Güncesi’nden (s. 156-157) Okurken hapisteki, sürgündeki dostları düşündüm. Ben ‘dışarıda’yım. Onlar için ara sıra birkaç satır yazmaktan başka birşey yapamadığım için vicdan acısı çekiyorum. Gerçekten öyle. Ve etrafım gitgide tenhalaşıyor. El ayak çekiliyor. Konuşacak, tartışacak, bir iki kadeh atacak arkadaşlar her geçen gün azalıyor. Issızlaşıyorum. Ama Aslı Erdoğan’ın dediği gibi: Hayat bana ayakta yazmayı öğretiyor! Ve yazanların, düşünenlerin, özgürlük bayrağı sallayanların, devlete, iktidara itirazı olanların dilini koparmak isteyenlere lanet ediyorum.