Kadıköy’de kıyamet kopuyor. Fenerbahçe-Galatarasay derbisi. 90 dakika, gol yok! Uzatma dakikaları. Selçuk, Fener ceza sahasının içine mükemmel kesiyor. Egemen ve Yobo can havliyle Drogba’yla birlikte fırlıyorlar. Top havadan süzülüyor. Drogba göğsüyle yumuşatıyor, kaleye bakmadan öyle bir vole çakıyor ki...
Volkan Demirel çaresiz! Top, bir zamanlar Metin Oktay’ın Fenerbahçe kalesinin ağlarını delen volesi gibi köşeye öyle bir çakılıyor ki. Ve sonra Drogba koşmaya başlıyor, koşuyor koşuyor. Kollarıyla o klasik hareketini yapa yapa koşuyor Saracoğlu’nda... Sonra da dizlerinin üstünde kaymaya başlıyor. Kupa yine bizim! Şampiyonluğumuzu bir yıl sonra yine Kadıköy’de ilan ediyoruz!
Damardan ve babadan bir Galatasaraylı olarak keyifli bir Pazar günü yaşadım Gaziantep’te.
Keyifliydim.
Zira şampiyonluk yolunda çok kritik bir engeli, mide ağrılarıyla geçen korkulu bir 90 dakikanın sonunda da olsa, 3 puanla aşmasını bildik.
Öğle vakti İmam Çağdaş’ın avlusunda enfes kebapları, elbette alinaziği, baklavanın kurusunu, fıstıklısını, cevizlisini büyük bir iştahla tıka basa yiyerek maça hazırlanmak da benim için bir başka mutluluk kaynağıydı.
Keyfimin bir başka nedeni daha vardı:
Derin Galatasaray kulisi...
Takımın eski ve yeni yöneticileriyle birlikte olmak, belki daha önemlisi, maç sonrasında İstanbul’a takımın uçağıyla dönmek gibi bir ayrıcalık bu kulise kulak vermemi sağladı.
Her şeyi anladım mı?
Sanmıyorum.
‘Derin kulis’in şifreli dilini - ya da Ali Dürüst’ün çizgileri pek öyle kolay değişmeyen ‘poker face’ni - çözebilmem için Özer Saraçoğlu’nun, Celal Gürcan’la Ali Gürsoy’un rengârenk teknik yardımları da her zaman işe yaramadı.
Bazen jetonum düşmedi.
Konuşulanları tam anlayamadım.
Kim bilir, bu şifreli dili çözmenin güçlüğü belki de bu Sarı Kırmızılı ‘derin kulis eliti’nin daha çok okullu olmasından kaynaklanıyordu.
Pazar gününü büyük bir keyifle geçirmiş olmamın bir başka nedenine gelince...
Hiç kuşkusuz ‘futbol geyiği’ydi.
Bu siyasetten uzak sarı kırmızı saatler galiba ruhumun üstündeki bazı baskıları hafifletti.
Bu arada polisimizin ‘biber gazı’yla ben de ilk kez tanıştım ve yakıcılığını gözlerimde şöyle bir hissettim. Maç başlamadan kısa bir süre önceydi. Galatasaray tribünleri tarafından itiş kakışla birlikte beyaz bir duman yükseldi. Ne oluyor demeye kalmadan yeşil saha bir anda çoluk çocuk Cimbomlularla doluverdi.
Çok tatsız bir panik yaşandı.
Ben de fotoğraflı bir tweet atarım diye cep telefonuma davranınca, sahadaki takımdaşlarımın sözlü, elli kollu protestolarına hedef oldum. Polisler, “Sizi de bizden sandılar!” uyarısıyla beni arkaya doğru aldılar.
Pazar akşamı iki maç izledik Gaziantep’te. 90 dakika boyunca bir kulağımız Kadıköy’deydi çünkü, Fenerbahçe-Kayserispor maçında...
Daha maç başlar başlamaz, Galatasaray tribünlerinden kızılca kıyamet koptu.
Dakka bir gol bir!
Fener golü yemişti. Beş on dakika sonra müthiş bir tezahürat daha, ikinci golü de yediler diye...
Maalesef asılsız çıktı bu.
Heyecan eşiğimiz çok yüksekti.
Çünkü Fener yenilir de, biz yenersek, şampiyonluk turunu Gaziantep’te atacaktık. Bu yüzden hepimiz heyecan fırtınası içindeydik.
Ama ne yazık ki takımımız sahada herhangi bir varlık gösteremiyordu. Galiba sezonun en kötü maçını oynuyorduk.
Belki de futbolcularımız gaza geldikleri için, galibiyeti çantada keklik gördükleri için sahada hayalet gibi dolaşıyorlardı.
Kim bilir belki de, yüzüp yüzüp sonuna gelmiş olmanın ağır baskısını hissettikleri için meşin yuvarlığı hedefine doğru koşturamıyorlardı.
Fenerbahçe 1-1 yapmıştı.
Bizim gol ise gelmek bilmiyordu.
Kıvranmaya başlarken, Antep savunmasının bir hatasını affetmeyen Burak nihayet hepimizi havalara zıplattı sevinç içinde...
Maç bitti, hemen tweetimi attım:
“Gaziantep'ten: Turu atmak Arena'ya kısmetmiş. Pazar günü (Sivasspor’u yenip) şampiyonluğumuzu ilan ederiz. Ama gönlümden Kadıköy geçiyordu turu atmak için...”
Cevap hiç gecikmedi twitter’dan: “Fatih Terim’in yerinde olsam, haftaya Sivas maçında kasten puan kaybeder turu Kadıköy’e bırakırdım.”
Bir de gülücük işareti eklenmiş bu tweet’i damardan Galatasaraylılara gösterince, “Aman aman” dediler, “O geçen seneki işkenceyi bir daha yaşamak istemiyoruz. Ayrıca Saracoğlu’nu bu defa tam yakarlar! Aman turu Kadıköy’e bırakmayalım, Saracoğlu’na şampiyon gidelim. Bunun keyfi de bir başka olacak.”
Ben de onlara, daha önce yazdığım Drogba’lı hayalimi bir kez daha anlattım, ayakta oynayarak. Epeyce eğlendik.
Tarih, 12 Mayıs 2013.
Pazar akşamı Kadıköy’de kıyamet kopuyor, Fenerbahçe-Galatarasay derbisi.
90. dakika gol yok.
Uzatma dakikaları.
Selçuk, Fener ceza sahasının içine mükemmel kesiyor. Egemen ve Yobo can havliyle Drogba’yla birlikte fırlıyorlar.
Top havada süzülüyor.
Drogba göğsüyle yumuşatıyor ve kaleye bakmadan öyle bir vole çakıyor ki.
Volkan Demirel çaresiz!
Top, bir zamanlar Metin Oktay’ın Dolmabahçe’de Fenerbahçe kalesinin ağlarını delen volesi gibi Fener kalesinin tam köşesine ampul gibi çakılıyor.
Sonra Drogba koşmaya başlıyor.
Kollarıyla o klasik hareketini yapa yapa...
Koşuyor koşuyor!
Ve sonra da dizlerinin üstünde kaymaya başlıyor, uzun uzun...
Kupa yine bizim!
Şampiyonluğumuzu bir yıl sonra ikinci kez Kadıköy’de ilan ediyoruz!
Neden olmasın ki?..
Bir yıl önce olmadı mı Saracoğlu’nda?...
Bakıyorum, damardan Galatasaraylılar, bir defa daha bu heyecanı, bu duygu fırtınasını Kadıköy’de yaşamaktan yana değiller. Kalplerinin dayanıklılığını bir yılda iki kez sınamak istemiyorlar.
Yoksa yaşlandılar mı?..
Gaziantep’teki derin Galatasaray kulisi geçen Pazar günü bir konuyla daha yakından ilgiliydi:
Fenerbahçe-Benfica maçı...
Baktım, Fener’in finale çıkmasını, hele çıkıp da Amsterdam’da final oynamasını isteyen yok gibi.
Resmi görüş elbette farklıydı. Dışarıya karşı genellikle Fenerbahçe’nin de UEFA Kupası’nı kaldırmasından yana oldukları belirtiliyordu.
Ama dip duyguları farklıydı.
Benim bu konudaki tavrıma da, fazla belli etmeseler de bozulduklarını hissediyordum. “Fenerbahçe bir gün Avrupa’da final oynarsa, 90 dakikalığına Fenerliyim” diye yazmıştım ya, bunu pek içlerine sindiremedikleri anlaşılıyordu.
Takım uçağıyla İstanbul’a uçarken hepimizin keyfi yerindeydi. Çocuklar gibi şendik, çünkü şampiyonluğu haklı olarak artık avcumuzun içinde görüyorduk. “Re re re, ra ra ra / Galatasaray Galatasaray / Cim Bom Bom!” sesleriyle çınlıyordu uçak.
Bu arada futbolcuların da bulunduğu arka taraftan , “İmparator imparator/ İmparator Fatih Terim!” tezahüratı patladı.
Ve arkası geldi:
El salla Fatih Hoca,
El salla!
Fatih Hoca ayağa kalkıp arka tarafı eliyle selamlarken, vakit çoktan gece yarısını geçmiş, uçağımız İstanbul’a iniyordu.