Ansızın midem bulanmaya başladı. Boncuk boncuk ter boşanıyor. Başım çatlıyor. Fena halde bir titreme aynı zamanda. Dişlerim takır takır birbirine vuruyor. Bir battaniye yetmiyor. Hostesten ikincisini istiyorum. Eyvah! Kötü bir şeyler olacak. Çocukluğumdan beri korktuğum bi şey... Sevgili anam başımda dikilir: “Bırak kendini Haso, rahatlayacaksın” derdi hep. Ne büyük bir çaresizlik... Ama ben kasılmaya, direnmeye devam ederdim. Hissediyorum, ateşim de yükseliyor. Gözlerimin içinde, göz kapaklarımın hemen altında kırılmış jilet parçaları. Azıcık kıpırdasam, o kırık jilet parçaları da yerlerinden oynuyor. Çığlık atmamak için kendimi zor tutuyorum. Bütün bu işkence niye ki?.. Ürküyorum. Çünkü dipten gelen o dalganın ağır ağır yükseldiğini hissediyorum. Sanki bir tsunami oluşuyor. Ve sonra birden bire... Midemden doğru öyle bir infilak ki! Korkunç patlamayla birlikte bütün iç organlarım dışarı savruluyor. Bir seferde bitse iyi. Ama biteceği yok. Bir daha... Bir daha.. Bir daha... Tanrım, bu ceza niye ki?.. Yoksa Ayşe’le başbaşa, üstelik yazı yazmadan on gün güzel bir tatil yaptık diye mi? Kim bilir belki de... Battaniyelerle birlikte koltukların arasına perişan halde yığılıp kalıyorum. Kâbus devam ediyor.
Bu kez jilet, gündem
Hastanede televizyonu açıyorum. Karşımda Erdoğan, Davutoğlu, İzmir, Gaziantep, iç güvenlik paketi, Özgecan'ın hikâyesi… Tam bir kâbus
Gözlerimi hastane odasında açıyorum. Kimsecikler yok. İki koluma bir şeyler bağlanmış. Biri seruma benziyor. Diğeri antibiyotik olabilir. Bitkinim. Kıpırdayacak halim yok. Duvarda bir televizyon. Günler sonra açıyorum. Hay Allah! Karşımda Tayyip Erdoğan. Suratında yer etmiş o takallus hatları biraz daha derinleşmiş, burun delikleri iyice gerilmiş. Belli kafasının tası atmış yine. Üstelik Meksika’dan saydırıyor: - Eyy Obama... - Eyy Biden... - Eyy Kerry... Derhal zaplıyorum. Karşıma Ahmet Davutoğlu çıkıyor. O cırtlak, detone ses... Kaç gündür duymuyordum. O da Sivas’ta kürsüye çıkmış, en ciddi yüz ifadesiyle Amerikan yönetimine ayar veriyor. Zaplıyorum. Amerika'da Suriye kökenli 3 Müslüman gencin öldürülmesi ve onların cenaze töreni içimi acıtıyor. Zaplıyorum. Karşımda Gaziantep manzaraları. Şehir esnafı ayaklanmış, polisle itiş kakış hali. Ortam gergin. Bir polis, boynunda biber gazı makinası. Ama sıkmıyor. Bir başka polis, herhalde amiri olacak, ensesinden yakalayıp bağırıyor: - Sıksana ulan sıksana! Akıl alır gibi değil. Gözleri hiddetten çakmak çakmak bir başka polis de, ‘sıksana ulan sıksana’ya küfürle destek verince, biber gazı bir anda esnafın üstünde patlıyor. Gözlerime, kulaklarıma inanamıyorum. Hemen zaplıyorum.
Karşımda Onur Kılıç. Laik ve bilimsel eğitim talebiyle eylemler düzenleyen Birleşik Haziran Hareketi’nin önde gelen üyelerinden. Tayyip Erdoğan’a hakaretten tutuklanmış... ‘Hakaret’ten tutuklama, iyi!.. Zaplıyorum. ‘Eğitimin dinselleştirilmesi’ne karşı Birleşik Haziran Hareketi’nin düzenlediği bir gösteriye karşı güvenlik güçlerinin acımasız müdahalesi... Zaplıyorum.
İç güvenlik paketi... Habere kulak kesiliyorum. Bu ancak bir dikta, bu ancak bir polis devleti yasası olabilir. Zaplıyorum. Tarsus'ta tecavüze direnirken bıçaklanarak öldürülen ve yakılan Özgecan'ın hikâyesi… Tam bir kâbus! Gerçekten öyle. Yeniden terlemeye başlıyorum. Kapatıyorum televizyonu. Uçağa atlayıp Kamboçya’ya geri mi dönsem?.. İyi pazarlar!..