Önümüzde yeni bir soğuk savaş dönemi açılıyor. Duvarlar ille de yıkılacak diyemiyorum. Zamanın öğreticiliği ya da Walter Benjamin'in deyişiyle, yenilginin öğretmenliği işe yaramayabilir. Dünyayı yine düzeltemeyebiliriz! Yenildik mi? Hem de kaç kez... Ama yine de yenilmemiş gibi yola devam etmek zorundayız.
Peki ama bu kışta kıyamette benim ne işim var bu şehirde? Baltık Denizi kıyısındaki bu kasvetli yerde?
Kaliningrad, 12 Şubat 2018
Yine aynı sorular. Geçmişi öldürebilir miyim? Tarihi yaşarken yakalamak zorunda mıyım? Peki ama bu kışta kıyamette benim ne işim var bu şehirde? Baltık Denizi kıyısındaki bu kasvetli yerde? Tren yolculukları yeniden başlıyor. Önce Kaliningrad. Prusya dönemindeki Almanca adıyla Königsberg. Sonra Gdansk. Varşova. Krakow. Katowiçe. Brno. Prag. Ostand.
Bir zamanlar Hitler ve Stalin arasındaki cehennemde sıkışıp kalmış bu topraklarda yaşanan büyük acıları hissetmek istiyorum belki de... Almanya yeniden silahlanıyor, diye haber yaptıkları için 1930'larda Naziler tarafından 'casusluk ve vatan hainliği'nden haklarında dava açılan, vatandaşlıktan atılan, mal varlıklarına el konan Alman gazetecileri bugün bana Can Dündar'ı, Enis Berberberoğlu'nu hatırlatıyor. Nasıl bir memlekette yaşıyoruz? Milliyetçilikle İslamcılığın içiçe geçtiği bir despotluk özgürlüklerin üstünden silindir gibi geçiyor. Elimizden bir şey gelmiyor. Afrin harekâtına karşı çıktığın için, barış dediğin için vatan hainliğiyle, milleti arkadan bıçaklamakla suçlanabiliyor, hatta hapse atılabiliyorsun.
Oya Baydar'ın Yaşasın ölüm diye bağırmadığımız için suçluyuz başlığını taşıyan yazısını çok sevdim. Bir yerinde şöyle diyor:
"Viva la muerte (Yaşasın ölüm!)” İspanya İç Savaşı sırasında Franco’cu faşistlerin en ünlü sloganıydı. Barış isteminin suç, savaş güzellemesi ve propagandasının erdem olduğu; barışçıların ahlâksız hain, yaşasın ölüm diye bağıranların kahraman vatansever ilan edildiği bir ülkede artık bütün değerler ters yüz olmuş demektir. Ama bugünler geçer, yarınlara savaş naraları değil barış türküleri kalır.
Her şey ne kadar uzak, ne kadar yakın...
Demek her devirde yaşamak için ille de acı çekmek gerekiyor. Her şey ne kadar uzak, ne kadar yakın... Evet, geçmişi öldürebilir miyim? Tarihi yaşarken yakalamak zorunda mıyım her seferinde? Kasvetli, kurşuni, buz gibi bir hava. Kar yağıyor. Bir pazar sabahı. Yalnız başıma kahvaltıya iniyorum. Tombul, sempatik bir kadın garson. Belki de bir pazar sabahı beni tek başına, biraz da hüzünlü görünce, önüme buz gibi bir şampanya koyuyor. Güne güzel başlıyorum. Evet, ben niye Kaliningrad'dayım ki? Belki aklımı aramak için... Burası Kant'ın memleketi. Ayşe dedi ki:
Bak, yeni kitabın da çıktı, pasaportun da elindeyken, hadi git dolaş yurt dışında ve yazı da yazma bir süre, hepimiz rahat edelim.
Atladım uçağa, Moskova üzerinden dün akşam bu karanlık, melankolik şehre geldim. Kaliningrad mı, Königsberg mi? Ben ikincisini tercih ediyorum, Kant'ın memleketi olduğu için. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Königsberg'in adını Kaliningrad olarak değiştiren Stalin olmuş, 1946'da yoldaşı Kalinin'in adını vermiş. Lenin ve Kalinin'in kocaman anıtları yerli yerinde duruyor. Kahvede meydana bakan bir köşeye oturdum. Kar yağıyor. İnsanlar kara gölgeler hâlinde hızlı hızlı geçip gidiyorlar. Hava çok soğuk, iç karartıcı. Kanallar buz tutmuş. Kırmızı tuğlalı bir bina. Hitler döneminde Gestapo'nun karargâhıymış. Stalin'le birlikte KGB gelip yerleşmiş. Berlin Duvarı'nın yıkılıp Sovyetler'in tarihe karışmasıyla birlikte yine polis merkezi olmuş.
"Bak, yeni kitabın da çıktı, pasaportun da elindeyken, hadi git dolaş yurt dışında ve yazı da yazma bir süre, hepimiz rahat edelim"
Belki aklımı aramak için
Bu kara kışta neden Königsberg'e, Kant'ın memleketine geldim ki? Belki aklımı aramak için... O geçmiş yine karlı sislerin arasında beliriyor. Bir türlü kurtulamıyorum ondan. Öldüremiyorum geçmişi... O geçmiş zamanlarda bir ara aklımı kaybetmiş miydim?Bilemiyorum ama aklımı başkalarının emrine vermiştim, beynimi sıradan sloganlara teslim etmiştim. Hayalim, yeni bir dünya kurmaktı. Bunun için de aklımı kendi elimle tutsak kılmıştım. Oysa akıl tutsak değil, özgür olmalıydı. Bu gerçeği kavramam ne yazık ki zaman aldı. Biat kurumu akıllarla insanoğlunun kendini Stalin'lere, Hitler'lere, Humeyni'lere teslim ettiği gerçeğini anlamam kolay olmadı. En başta bu topraklar yaşadı Stalin'i, Hitler'i. Kara acıyı iliklerine kadar hissettiler. Aklın işlediği cinayetler'e kendi hayatlarında tanık oldular. Ama akıllar bugün hâlâ yeterince özgür değil. Akıllar bugün hâlâ doğru dürüst sorgulamıyor. Hitler gitti, Stalin gitti, duvar yıkıldı ama akıllar hâlâ kıskaçtan kurtulamadı. 1989'da Berlin Duvarı yıkılırken, Cumhuriyet'te yazdığım Özgürlük kanatlandı uçuyor başlıklı yazılarımı hatırlıyorum. Ama şimdi Rusya'da Putin var. Çin'de Şi Jinping var. Türkiye'de Erdoğan var. Milliyetçi-İslamcı despot düzeni bizde ve İslam dünyasında başını kaldırmış durumda. Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti gün geçtikçe milliyetçi çığırtkanlığın hükmü altına giriyor. Demokrasi, özgürlük ve hukukun üstünlüğü her yerde her geçen gün geriliyor. Almanya'da, İngiltere'de, Fransa'da, Hollanda'da, İtalya'da kabarmakta olan milliyetçi dalga, milliyetçiliğe karşı koca bir dalgakıran olarak o korkunç İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulmuş Avrupa Birliği'nin barış ve demokrasiden oluşan temellerini çatırdatıyor. Ve Avrupa'daki bu popülist, milliyetçi çığırtkanlık, hiç kuşkusuz, Washington'daki Başkan Trump yönetiminden besleniyor.
Kant Müzesi. Duvarda fotoğraflar... İkinci Dünya Savaşı'nda yerle bir olan Königsberg'den içler acısı görüntüler... Yaşanan bunca musibetten sonra demokrasi ve özgürlük düzeni yeniden gerilemeye, dünya yine korkutucu olmaya başladı. Her tarafta ötekine karşı kolektif bir nefret söylemi kulaklara çalınıyor. Farklılıklara tahammülsüzlük yaygınlaşıyor. Akıl alır gibi değil.
Kant Müzesi'ni gezerken Kant'ın duvara yazılmış bir sözü dikkatimi çekiyor:
Hukuk, her zaman siyasetten önce gelir; gerçek ve hukuk ayrılmaz parçalardır.
On sekinci yüzyıldan kalma bu söz, tam da bizim memleketin hukuktan gitgide uzaklaşan bugünkü hâllerini anlatıyor. Hapisteki Nazlılar, Altanlar, Şahinler, Ali Bulaçlar, Ahmet Turan Alkanlar, Ahmet Şıklar, Murat Sabuncular, Akın Atalaylar, Enis Berberoğulları, Selahattin Demirtaşlar, Osman Kavalalar geliyor aklıma...
"Kendi aklını kullanacak cesareti göster!"
Kant Üniversitesi'nin bahçesi bembeyaz. Ortalıkta kimsecikler yok. Bir tek ben ve Kant'ın heykelinin üstünde zıplayan güvercinler... Uzaklardan koca filozofun sesi geliyor: Sapere aude!
Kant böyle sesleniyor:
Kendi aklını kullanacak cesareti göster!
'Sapere aude', Aydınlanma'nın temel sloganıdır. Kant ister ki, insanlar kendileri yerine başkalarının düşünmesi gibi bir kolaycılığa kapılmasınlar. Bu kolaycılığı eleştirir. Der ki, yasaktı, günahtı, hiçbirinden korkma; aklını kıskaca almaya kalkan zincirleri kır. Aklını tembelleştirme. Aklını başkalarının eline verme, klişelere, sloganlara teslim etme. Büyük Fransız filozofu Descartes'a gelince, o da Aydınlanma’yı şu sözle anlatır:
Her şeyi sorgula!
Walter Benjamin ve Politik Felsefesi adını taşıyan kitapta Fransız tarihçi Michelet'nin bir sözü vardır:
Her tarihsel dönem ondan sonraki dönemin hayalini kurar!
Ortaçağ karanlıktı, sonra Aydınlanma geldi! Ama karanlıklar bitmedi! Aydınlanma’ya düşünce polisleri de sahip çıktı. Aydınlanma’yı özünden saptırdılar. Sorgulayan, eleştiren akıl, tutsak alındı böylece. Gerçek bizden sorulur, dediler. Gerçeği kendilerince tek boyutlu hale getirip kendi tekellerine almak istediler. Özgürlük yerine totalitarizm böyle doğdu. Stalin’di, Hitler’di, Humeyni’ydi böyle çıktılar tarih sahnesine. Aklın cinayetleri böyle işlendi. Ama gün geldi duvarlar yıkıldı. Hitler de yıkıldı, Stalin de yıkıldı. Berlin Duvarı da yıkıldı. Hiç merak etmeyin. Kalan duvarlar da yıkılacak. Yalanda değil, gerçekte yaşamak isteyenler, özgürlüğü savunanlar kazanacak sonunda...
Dünyayı yine düzeltemeyebiliriz!
Yaşadığımız zamanlar beni korkutuyor. İkinci Dünya Savaşı öncesinde olduğu gibi şirazesinden çıkmış bir dünyaya doğru mu gidiyoruz?
Yine o acaba sorusu.. Tarih bizi şaşırtabilir mi? Şaşırtabileceğine dair işaretler öylesine çoğalıyor ki. Yaşadığımız zamanlar beni korkutuyor. İkinci Dünya Savaşı öncesinde olduğu gibi şirazesinden çıkmış bir dünyaya doğru mu gidiyoruz? Önümüzde yeni bir soğuk savaş dönemi açılıyor. Duvarlar ille de yıkılacak diyemiyorum. Zamanın öğreticiliği ya da Walter Benjamin'in deyişiyle, yenilginin öğretmenliği işe yaramayabilir. Dünyayı yine düzeltemeyebiliriz! Yenildik mi? Hem de kaç kez... Ama yine de yenilmemiş gibi yola devam etmek zorundayız. Mario Vargas Llosa'nın dediği gibi:
Yazarın içinde bulunduğu durum her zaman başkaldırıdır, şeytanın avukatı rolüdür, dün ve bugün olduğu gibi, eğer yaptığımız işi seversek, Albay Aureliano Buendia’nın otuz iki savaşını vermeyi sürdürmemiz gerekecek, bunların hepsinde, tıpkı onun gibi bozguna uğrasak da...
Hak bildiğimiz yolda, tek başımıza kalsak da... Sen çok yaşa Hasan!
Yarın: Gdansk'tan