Eski şehrin ortasındaki tarihi meydanda, bir kahve köşesinde Selahattin Demirtaş'ın savunmasını okuyorum... Demirtaş uzun savunmasında can alıcı noktalara değinmiş. Kaç yıldır ben de yazıyorum, Kürt siyasetini bu kadar ezen bir Türkiye'de özgürlük, demokrasi ve barış hayaldir diye... Ama anlaşılan o ki, bizim memlekette dökülen kan ve gözyaşı bizi henüz olgunlaştırmış değil. Ama anlaşılan o ki, acılara talim etmeye devam edeceğiz...
Krakow, 22 Şubat 2018
Varşova'dan trenle Krakow'a gelirken yine acıları düşündüm, insanların, toplumların yaşadığı trajedileri. Ama düşünmek yetmiyor. Acılara dokunmak yetmiyor. Yüreğinde hissetmek yetmiyor. Acıları anlasan da, yazsan da yetmiyor. Yetmediğini bunca yıldır gördüm, görüyorum. Acıklı ama öyle. Kalıcı barış, huzur kapımızı bir türlü çalmıyor, farklılıklar aynı çatı altında çatışmadan, savaşmadan huzur içinde yaşayamıyor. Oysa derler ki: Acılar insanları da olgunlaştırır, toplumları da. Bu olgunlaşma ne ki, bir türlü gerçekleşmiyor, kurumlaşmıyor. Kırımlar, soykırımlar, savaşlar yaşanıyor ama tekrarı da geliyor. Bir musibet, bin nasihattan iyidir, demiş atalarımız ama öyle olmuyor. Bakın, Avrupa'nın başına tarihte bin türlü musibeti sarmış, faşist ve komünist diktaları, iç savaşları sahneye çıkarmış milliyetçilik rüzgârları bugün yine şiddetleniyor. Avrupa'sıyla Amerika'sıyla Batı'da, Hitler ve Stalin sonrası epeyce kurumlaşan demokrasi, hukuk, özgürlük yeniden arka plana kaymaya başlamış durumda. "Ben sandıktan çıktım, her aklıma geleni yaparım" zihniyeti -ya da popülizmi- iktidarları teslim alıyor. Hukuktu, özgürlüktü umurunda olmayan Donald Trump'ın Amerika'daki başkanlığı da bu süreci besliyor. Yalnız Batı'dan değil, Doğu'dan da esiyor kara rüzgârlar. Radikal İslam, İslam dinini kendine dayanak yapan despot rejimler ya da İslamo-faşizm yükseliyor. Yeni olan bu... Erdoğan'la birlikte Türkiye de bu yeni dalgadan nasibini fena hâlde almaya başlamış durumda. Demokrasi, hukukun üstünlüğü, adalet ve özgürlük ayaklar altında. Erdoğan'la Bahçeli'nin adım adım oluşturdukları Milliyetçi-İslamcı ittifak Türkiye'yi kutuplaştırıyor, keskin cephelere ayırıyor. Toplumsal ve siyasal barışı tümüyle gömecek bir iklim yaratıyor.
Acılardan ders çıkarabildik mi?
Bir noktayı belirtmek lazım. Türkiye, Orta ve Doğu Avrupa'nın bu büyük acılarını yirminci yüzyılda yaşamadı. İkinci Dünya Savaşı'nın dışında kaldı. Cumhuriyetin kuruluşundan sonra hiç savaş görmedi. Ama Anadolu hiç kuşkusuz acılara, kanlı kopuşlara sahne oldu. 1915'teki Ermeni soykırımı... Kürt isyanları... Dersim kırımı... Trakya pogramları... 6-7 Eylül'ler... Askeri darbeler... İdamlar... Hapishaneler, işkencehaneler... Kürtlere yaşatılan acılar... Peki, olgunlaşabildik mi? Cumhuriyet'in kurulduğu 1923'ten beri acılardan ders çıkarabildik mi? Tek kelimeyle hayır. Olmadı. Barış ve demokrasiyi yerli yerine oturtmadık. Bugün mahkeme ve hapishane kapıları yine dolup taşıyor. Hukuk, ifade özgürlüğü yerle bir. Dünyada en çok hapis yatan gazeteci, yazar Türkiye'de. Kürtlere yönelik büyük bir siyasal kıyım yaşatılıyor. Bu satırları yazarken haber geldi, Ayla Akat tutuklanmış, tweet attım:
Eski HDP milletvekili Ayla Akat Ata tutuklandı. Bravo, devam edin Kürt siyasetine yönelik kıyıma...
Kaç yıldır dik duruşuyla tanıdığım Ayla Akat'ın tutuklanma haberini alırken, bir barış adamı olan HDP Parti Meclisi üyesi Celalettin Can'ın tutuklama talebiyle gözaltında olduğunu öğrendim.
Sevgili Celalettin, benim Çağlayan'daki son duruşmama gelmişti. Nimet'i aradım, sesi hüzünlüydü:
Ne yapalım Hasan Abi, Silivri'de, o her zamanki yerimizde bekleşiyoruz. Büyük ihtimalle tutuklanacak.
Biraz sonra da Celalettin'in tutuklanma haberi cep telefonuma düştü. Anlaşılan o ki, Kürtlere yaşatılan acılar bitmeyecek, 1980'lerden beri olduğu gibi terörle mücadele adı altında hem içeride, hem dışarıda sürdürülecek.
Krakow'un ortasında...
Krakow'da, eski şehrin ortasındaki sıcacık bir kahvede Selahattin Demirtaş'ın üç gün süren savunmasını okuyorum.
Biz kimiz? HDP olarak 6 milyon oy almış, nüfusuyla, çoluğuyla çocuğuyla birlikte belki 15 milyonluk bir nüfusa tekabül eden bir kitle... HDP’nin görüldüğü yerde düşman görmüşçesine işlem yapın, havası yayılmaya çalışılıyor. Bu yargıda böyle, bürokraside böyle, hükümette böyle. Parlamentoda bile böyleydi. 10 binden fazla üyemiz, aktivistimiz, yöneticimiz tutuklandı 2009’dan bu yana. Sadece son 2 yıl içerisinde 1778 kişi... Ülkede adalete olan inancı kırdınız, kırmaya devam ediyorsunuz. Neydi bu kırılmalar? Kimse demokratik siyasete inanmıyordu, en başta gençler inanmıyordu. Bir yürüyüş yapsa, terörist olarak suçlanıyordu. Bir konuşma yapsan, bir bildiri dağıtsan yıllarca cezaevinde kalıyordun. Ne oldu? Gençlerin birçoğuna biz değil, bu tutumu sergileyenler dağın, silahın yolunu gösterdiler. İşte biz bu kırılmayı toparlamaya çalıştık. “Umut var, demokratik siyaseti yürütmeliyiz” dedik. Türkiye’nin en önemli sorunu Kürt sorunudur çünkü. Kürt olduğum için ve Kürt sorununu yaşadığım için söylemiyorum bunu. Kürt olmayanlar da böyle tariflediler, doğru tariflediler. Çözülmemiş, bir sonraki nesle havale edilmiş bir sorunun yarattığı iddianame önünüzde duruyor. Çözülmedi sorunlarımız. Lozan Anlaşması imzalanırken, İsmet İnönü ve beraberindeki heyet yan odada sözleşme imzalarken, öbür odada TBMM’yi temsilen bir heyet vardı. Heyetin içinde Kürt milletvekili, Kürdistan temsilcileri olarak ifade edilen milletvekilleri vardı ve İsmet İnönü şöyle devam ediyordu: “Yan odada Kürdistan temsilcileri de var; parlamentomuzun temsilcileridirler, biz Kürtleri de temsil ediyoruz” diyerek, Lozan Anlaşması’nı imzalamışlardır. Türkiye’nin 900 kilometre sınırında Kürtler yaşıyor. İran, Irak, Suriye. Yani Türkiye’nin sınırlarının üçte birinin etrafında Kürtler yaşıyor. Yeni bir anlayış geliştirilmesi lazım. “Kürt eşittir düşman, Kürt eşittir terörist, Kürt eşittir bölücü” anlayışının, önyargısının kırılması lazım. Bugünkü politikalar Türkiye’nin barışına, güvenliğine hizmet etmiyor. Dünyanın bütün ülkeleri gelip Kürtlere yardım etmeye çalışıyorlar, bu Kürtlerin kara gözü için değil. Hepsinin kendi çıkarı var. Şu silah gönderiyor, bu tır gönderiyor, hepsinin kendi çıkarı var. Yeri geldiğinde hepsi de, en başta onlar Kürtleri vururlar, vuracaklar da... Ama Türkiye’nin de, Kürtler işte çaresiz kaldılar, ezilsinler, yok olsunlar dememesi lazım. Devletin de, hükümetin de akıllıca bir politika ile oradaki bütün Kürtleri yanına alması lazım. Çünkü Kürtler partilerden, hareketlerden ibaret değildir. Bir halktırlar. Parti, örgüt, hareket dediğiniz bugün var yarın yoktur. Bizim partimiz de öyledir. Ama halklar hep vardır, olacaklar. Halkı yanına alması lazım Türkiye'nin, işbirliği yapması lazım. Bunun imkânlarını zorlaması lazım. Ortak buluşma noktası demokratik temel olacak. Ortak resmi dil olacak. Herkes kendi anadilinde eğitim yapacak, hizmet alabilecek, herkes vergide de, hizmet alımında da eşit olacak. Ülkenin neresine giderseniz gidin, ülkenin resmi diliyle anlaşabileceksiniz herkesle. Ama kültürlerimiz, tarihi köklere sahip medeniyetlerimiz de varlığını bu ulusun içinde sürdürecekler. Kimin lafıydı hatırlamıyorum; "Neden bu kadar çok Kürtlüğünüzün altını çiziyorsunuz" diye bir soru sorulmuştu. Çünkü yüz yıldır üstünü çiziyorlar, bu sebeple altını çizmek istiyoruz, bu kadar.
Anlaşılan o ki, acılara talim etmeye devam edeceğiz
Selahattin Demirtaş uzun savunmasında can alıcı noktalara değinmiş. Kaç yıldır ben de yazıyorum, Kürt siyasetini bu kadar ezen bir Türkiye'de özgürlük, demokrasi ve barış hayaldir diye... Ama anlaşılan o ki, bizim memlekette dökülen kan ve gözyaşı bizi henüz olgunlaştırmış değil. Ama anlaşılan o ki, acılara talim etmeye devam edeceğiz.
'Saray medyası'nın hâlleri
Gerçeğin öbür yüzü nerede? Yazan çizen var mı? Tek bir aykırı soru yok!
Türkiye'de acıklı olan bir başka konu: Medyanın, daha doğrusu 'saray medyası'nın hâlleri. Afrin'de ne olup bittiğini ne kadar yazabiliyor, ne kadar haber verebiliyor bu medya? Bir savaş bülteni gibi çıkmakta olan gazeteler, cıyak cıyak milliyetçi çığırtkanlıkla yayın yapan televizyonlar tek yanlı değil mi? Gerçeğin öbür yüzü nerede? Yazan çizen var mı? Tek bir aykırı soru yok! Devlet ne istiyorsa, birkaç istisnasıyla onu yazıyor saray medyası. Saray tetikçileri aynı şarkıyı söylüyor. Erdoğan devletinin çizdiği kırmızı çizgiler neyse, o çerçevede habercilik, yorumculuk yapılıyor. Farklı soru soran yok. Tek bir eleştirel bakış açısı getiren yok. Korkunç bir savaş dili... Nerede gazeteciliğin ilkeleri? Ahlâkı? Nerede vicdanlar? Bilenler de susmuş, sinmiş durumda. Ne kadar acıklı. Gerçeğin öbür yüzü nerde? "Devlet"in gerçekleri söylediğini nerden biliyoruz? Ya gerçeği söylemiyorsa?.. Ya yalan atıyorsa?.. Yazın bir kenara: Medya biat kurumu! Erdoğan'a biat etmiş, biat ettirilmiş durumda...
Oysa gerçeğin bir değil, bin yüzü var
Savaşta ilk kayıp ya da eski deyişle zayiat gerçektir
Vietnam Savaşı'nda Amerikan devletinin ne yalanlar attığı yıllar sonra gazeteci milleti tarafından ortaya çıkarıldığında iş işten geçmişti. Spielberg'ünThe Post filmi. The Post: Vatan haini gazeteciler! Savaşta ilk kaybın, ya da eski deyişle zayiatın gerçek olduğu bilinir. Savaşta gerçeklerin üstü örtülür. Psikolojik savaş, dezenformasyon ön plana çıkar. Bu gerçekler unutturuluyor! Gerçeğin bir değil, bin yüzlü olduğunu pas geçiyoruz. Kulağımız sadece "devlet"e dönük... Aslında Cumhuriyet'in kuruluşundan beri hep böyle yaşadık. Devlet de bizi hep yalanda yaşattı! Örneğin yaşanmakta olan Kürt sorunu. Devlet ise terör sorunu demeyi sürdürüyor. Başbakan, "Ne çözümü kardeşim, çözüm mözüm yok!" diyor. Bunca yıldan ders çıkarmak yok. Acılar yaşanmaya devam ediyor ama olgunlaşamıyoruz. Musibet üstüne musibet yaşanmakta ama işe yaramıyor. Barış, demokrasi ve hukuk ne kadar uzakta... Nadir Nadi gibi, bu dünyaya boşuna gelmiş bu adam diyecekler duygusu beni de hiç boş bırakmıyor. Oysa güzel bir akşam geçirdim. Bir kilisede konsere gittim İç dünyamı terbiye etmeye çalıştım. Bu dünyaya tahammül hissini güçlendirmek için müziğin dünyasına sığındım. Kilise tenhaydı. Soğuktu. Chopin'le, Bach'la içim ısındı. Kendimi Krakow'un buz gibi sokaklarına atarken nedense iyimserdi havam...
Yarın: Yine Krakow'dan