Aşağıdaki yazı geçen hafta 7 Ocak günü yazıldı. Ama aynı gün Charlie Hebdo katliamı yaşanınca kenara alındı ve yeni bir yazı yazıldı. Altı günlük bir aradan sonra bu yazımı, güncelliği geçmediği için aşağıya alıyorum.
Farkındayım, çorba gibi bir yazı başlığı. Okutur mu yazıyı? Bilemiyorum. Lafı uzatmadan konuya gireyim. Bölünmek... Parçalanmak... Bu öylesine bir korkudur ki, Türklerin iliklerine kadar işlemiştir. Ya da devlet eliyle bir paranoya, Sevr paranoyası haline getirilmiştir. Sevr dedin mi, bölünmek-parçalanmak dedin mi akan sular hâlâ durur bu memlekette. Çünkü bunun arkasında o malum slogan vardır: Söz konusu vatansa, gerisi teferruattır! Demokrasiydi, hukukun üstünlüğüydü, insan haklarıydı, hepsi bu ‘söz konusu vatansa’nın arkasında yer alır. Özgürlük düzeninin taponluğu, faili meçhul cinayetler, Kürtlerin çektikleri acılar, son otuz yılın kan ve gözyaşı, bütün bunların yaşanması, ‘söz konusu vatansa gerisi teferruattır’ parantezinin içine rahatça sığar.
Demokrasiydi, hukukun üstünlüğüydü, insan haklarıydı, hepsi bu‘söz konusu vatansa’nın arkasında yer alır.
Elbette sorabilirsiniz. Bölünme korkusu tümüyle yersiz mi? Tarihte kökleri yok mu? Yok denemez. Koca bir imparatorluğun kendi ellerinde, gözleri önünde çatır çatır bölünüp parçalanmasını yaşayanlar, Anadolu’da tutunmak için, önce vatan diyerek ulus-devlet kurmaya soyundular. Model daha çok Fransa’ydı. Merkeziyetçi devlet esas alındı. Müslümanlar Türk olacaklardı. ‘Kürt yok, Türk var’dı... Bu merkeziyetçi, asimilasyonist zihniyetle Türkiye ancak bir yere kadar gelebildi. O geldiği yerde, bu Türk ulus-devlet giysisi dar gelmeye, orasından burasından atmaya başladı. “Bizim özel koşullarımızda demokrasi ancak bu kadar olur!” diyen vesayetçi, askerci zihniyet ve Fransa’dan esinlendiğimiz katı merkeziyetçilik, demokrasi ve hukuku Türkiye’de ikinci sınıflığa mahkûm etti. Kürtler, Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren kaç kere isyan ettiler. PKK 29. isyanla sahneye çıktı.
Türkiye, demokrasinin ete kemiğe bürünmesini önleyen merkeziyetçilikte inat ederken, bu konuda kendisine esin kaynağı olan Fransa reform yoluna çoktan girmişti. Cengiz Aktar’ın yeni çıkan Ademimerkeziyet El Kitabı (İletişim Yayınları) adını taşıyan güzel kitabında şu satırlar ilginçtir:
Bugün ademimerkeziyet, görünmeyen, tartışılmayan ve çözümsüz şekilde ortada duran sorunlardan biridir. Ademimerkeziyetin yapısını ve özünde barındırdığı zihniyet dönüşümünü tartışmaya olan ihtiyaç açık. Sadece Kürt siyasetinin taleplerini karşılamak amacıyla değil. Bu koskocaman ülkeyi iyi yönetebilmek için… Merkezin baskıcı vesayetini kırabilmek için… Yereldeki yaratıcılığın açığa çıkabilmesi için… Yürütmenin lâyıkıyla dengelenmesi için… Ve denetlenmesi için… Diğer bir deyişle: Daha demokratik bir toplum için... Bu bağlamda ademimerkeziyet, Türkiye’de dönüşümün önündeki en çetin konulardan birisi olacak. Zira devlet ve zihniyet reformudur ademimerkezîleşmek! Farklı şekilde ifade edecek olursak, eğer vatandaş memnun değilse, vilâyet önünde değil belediye önünde gösteri yapabilmeli. (…)
FRANSA’DA DE GAULLE’LE MİTTERRAND…
Fransa eski Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle’ün deyimiyle Fransa’nın “yüzlerce yıllık merkezîleşme çabası Fransa halkının özünde yatan merkezkaç tohumlara” verilmiş bir cevaptı. Aynı minvalde yine bir eski Cumhurbaşkanı François Mitterrand’ın ifade ettiği gibi: “Fransa devleti merkeziyetçi sert bir yönetim sayesinde kuruldu, ama varlığını sürdürebilmesi için ademimerkeziyetçi bir yönetime dönüşmesi şarttır.”
Vesayetçi, Askerci zihniyet ve Fransa’dan esinlendiğimiz katı merkeziyetçilik, demokrasi ve hukuku Türkiye’de ikinci sınıflığa mahkûm etti.
Mitterrand’ın bu sözünün altını çizin. Biz bunu hâlâ başaramadık. Fransa’da Cumhurbaşkanı Mitterrand 1980’lerin başında, “Dün merkeziyetçiliğe borçlu olduğumuz birliğimizi eğer bugün sürdürmek istiyorsak, ademimerkeziyetten başka çaremiz yok” demişti. Lafta kalmamış, gereğini yapmıştı. Biz hâlâ bu noktada değiliz. Olmadığımız için de, örneğin Kürt sorunu hâlâ gündemdeki yerini koruyor. Tohumları ta Osmanlı döneminde atılan ‘Bölünme paranoyası’ndan kaynaklanan katı merkeziyetçilik bugün hala Türkiye’de barış ve demokrasinin paçalarından çekmeye devam ediyor. Bu bir gerçek. Tayyip Erdoğan’ın Kürt sorununa ilişkin çözüm sürecinde tökezleyip durmasının özünde de aynı meseleler, yani merkeziyetçilik, ulus-devlet, milliyetçilik, üniter devlet vs... yatıyor.
CEMİL BAYIK’LA ROJOVA’DA ÖZERKLİK...
Mitterand’ın bu sözünün altını çizin: “Dün merkeziyetçiliğe borçlu olduğumuz birliğimizi eğer bugün sürdürmek istiyorsak, ademimerkeziyetten başka çaremiz yok.”
Bu satırları yazarken, KCK Yürütme Konseyi Başkanı Cemil Bayık’ın geçen gün Die Zeit’da çıkan açıklamaları aklıma geldi.
Türkiye, Kürt sorununu çözmek istemediği için Rojova'da da özerklik istemiyor. Kürtler, Kuzey Irak'ta özerk bir yapıya sahip. Şayet Kürtler, Rojava'da da bu özerkliği pekiştirirse, Türkiye kendi içerisinde de Kürtlere özerklik vermek zorunda kalacak. Türkiye bunu istemiyor. O zaman Rojova'nın dağılması lazım. Türkiye, dağılan Suriye'nin yeniden şekillenmesinde Kürtlerin rol oynamasını istemiyor. Türkiye Ortadoğu'da Sünni eksenli bir hegemonya kurmak istiyor. Bunu IŞİD'i destekleyerek yapmanın peşinde. Türkiye neden IŞİD'e karşı oluşturulan koalisyonda yer almadı sanıyorsunuz? Türkiye koalisyona katılsaydı, IŞİD Türkiye ile olan ilişkileri açıklardı. Bu ilişkiler bir çoğunuzun sandığından çok daha derin.
Yazı daha fazla uzamasın. Tarih bir bütün! Ya da bir bütünlüğü var. Yanlış yaptın mı, yanlışta inat ettin mi, paçalarından çekmeye devam ediyor. Bundan kurtuluş yok! Tarihe gerçekten barış ve demokrasi sayfaları eklemek istiyorsan, geçmişin hatalarını düzeltmen lazım.