Ramazan Bayramınız kutlu olsun! |
Ayla Akat Ata.Hayatı boyunca acılarla beslenerek bugünlere dimdik gelmiş bir Kürt kadını...Diyarbakır'da, yine demir parmaklık arkasındaydı…Bu kaçıncı hapsi, kaçıncı alıkonuşuydu kim bilir...Acılar hayatının ayrılmaz bir parçası olmuş Ayla Akat'ın.Diyarbakır'da daha gencecik bir üniversite öğrencisiyken gözaltında yaşadığı işkenceleri yıllar önce kendi ağzından dinlemiştim.Ama şunu biliyorum.Dün de, bugün de Ayla Akat için önemli olan kendi yaşadığı acılar değildi.Onun bütün davası, bu toprakların tarihinde Kürtlerin peşini adeta alın yazısı gibi hiç bırakmayan acıların sona ermesiydi.Kürtlerin bu topraklarda kendi kimlikleri inkâr edilmeden, eşit vatandaşlar olarak yaşama hakkına sahip olmalarıydı.Ayla Akat bugüne kadar bunun için yaşadı, Kürtleri hiç unutmadı, ama bu yüzden acılar da onun peşini bırakmadı. Ayla Akat'ın bir mektunu hatırlıyorum. “Kürtler dün de yalnızdı, bugün de yalnız” başlığını taşıyan mektubu ilk kez 1 Ocak 2012 tarihinde Milliyet gazetesindeki köşemde yayımlamıştım.Ayla Akat bana bu mektubunu, Erdoğan iktidarının üstünü örttüğü Roboski Katliamı nedeniyle yazmıştı. Mektubun bazı bölümleri aşağıda.
Hasan Cemal, merhaba. Duyguların yoğun olduğu anlarda yazmak da zorlaşıyor. Roboski, Uludere’nin sınıra en yakın köylerinden.
Mahşeri bir kalabalık toplanmış. Feryat, figân!Acı o kadar büyük ve gerçek ki. Söyleyebileceğim, yapabileceğim hiçbir şey yok. Bir dükkânın kapısını açıyor köyün ileri gelenleri. Çocuklar yerde yatıyor. Sessizlik...Kiminin vücut bütünlüğü var ama tanınmayacak halde...Nasıl tanıyacak aileler çocuklarını, diye soruyorum ağlayarak. Bir baba, bu kazağı annesi yeni örmüştü, diye cevap veriyor.Bir diğeri, bu ayakkabı benim oğlumun diyor. Gördüklerime inanamazken duyduklarıma anlam vermeye çalışıyorum. “Vekilim” diyor biri, “Elinde tuttuğu yulardan tanıdık birini... O yuların hangi ailenin katırına ait olduğunu biliyoruz.” Toparlanmaya çalışıyorum. Öfkeliyim.Hesabını soracağız, diyorum. Kim olarak mı? Bir insan, bir Kürt, bir kadın ve bir anne olarak... Binlerce insan bekliyor dışarıda.Onları bir araya getiren yaşanan ortak acı. Yalnızdı Kürtler... Şimdi de yalnız Kürt halkı... Acıları ve sevinçleri ortaklaştıramamış bir toplum birlik ve beraberliğini nasıl sağlayabilir ki?.. Teklik mantığı ile, kimliğimizi, dilimizi, kültürümüzü, dinimizi ve inancımızı yok saymaya çalışanlar, bu amaçlarına henüz ulaşamadılar.Ancak bu politikalarla acıda ve sevinçte bizleri yalnızlaştırdılar. Başarabildikleri bu oldu. Halbuki, Türk ve Kürt halklarını bugüne kadar bir arada tutan değerler manevi değerlerdi. Bu sınırları biz çizmedik Hasan Cemal. Kardeşlerimizi, amcamızı, teyzemizi, halamızı, dayımızı, onların çocuklarını biz bırakmadık sınırın öte tarafında. O yüzden bu sınırlarla her zaman problemlerimiz oldu.Çizilen sınırlar, bu gerçek karşısında sunileşti. Gençler, çocuklar ne düşünecek?
Analar ağlamasın deniyordu. Ben cenazeler kaldırılırken gözlerindeki yaşlar durmayan gençleri, hatta çocukları gördüm.Bu gençler ve çocuklar gözyaşlarını sildikten sonra düşünmeye başlayacaklar. Ne yaşadılar? Kimleri kaybettiler? Nasıl kaybettiler? Boşluklarını nasıl dolduracaklar? Neden bunlar onların başına geldi?Söyleyin:Kürt olmak ve Kürdistan’da doğmak dışında ne suçları olabilirdi bu çocukların?.. Dükkânın içine tekrar bakıyorum.İki yetişkin, gerisi çocuk. 12, 13, 14, 15’inde ancak... Kaçakçı onlar! Sınır ticareti yapıyorlar. Başka bir geçim kaynakları yok. “Operasyon kazası”nda öldüler. Önce terörist sanıldılar, sonra terörist zannedilerek öldürüldüler. Onlar, zulüm coğrafyasının küçük emekçileriydi. Kışın çok soğuk geçtiği Uludere’de, bir kazak, bir pantolon, birkaç defa gidip biriktirebilirse, belki bir palto, defter kalem alabilecek. Sınırın öte tarafı ile yapılan ticaret onlar için de geçim kaynağı. Çocuk yaşta başlayan bir öğrenme süreci bu. Tıpkı bir berberin, bir marangozun çırağı olmak gibi... Kaçakçı onlar! El ele öldüler, el ele gömüldüler. Olay yerine ilk gidenler, tanınmayacak halde olan iki çocuğun el ele tutuştuklarını görmüşler. Aileler bu nedenle o iki çocuğu aynı yerde gömmeye karar verdiler. “Onlar, el ele beraber öldü, biz ayırmayalım” dediler. Yüreğim kor ateş oldu. Cenazeler, katliamı gizlemek isteyenlere inat, binlerce insan tarafından toprağa verildi. Üzerimizden helikopterler geçiyordu. Gece geç saatte yetiştik Diyarbakır’a. Oğlum uyumamış, sarıldım ona... Gözyaşlarımı saklamak istedim olmadı. Çok özledim seni ondan, dedim.
“Kalk oğlum uyuma vakti değil!” Kulaklarımda, kalabalıkta yüzünü göremediğim, Kürtçe, “Kalk oğlum, uyuma vakti değil” diye ağıt yakan babanın sesi çınlıyor. “Benim oğlum yedinci sınıf öğrencisiydi. İlk defa kaçağa gitti. Gitme dedim. ‘Anne ihtiyaçlarım var, harçlığım olur’ dedi ve gitti” diye ağlayan o anne gözlerimin önünden gitmiyor.“Ailemizden 28 genci öldürdüler, genç kalmadı ailemizde” diye ağıt yakan ninenin sözleri aklımdan çıkmıyor. Gece nasıl ağır, nasıl... Ancak, dünü bugün için rehber olarak görenler, gerçeğin gücüyle yarını kazanabilirler.
Ayla Akat'ın mektubu böyle.Sekiz yıl önce yazmış bana.Kürtlerin acılarına dokunmuş.Acılara dokunmaya devam ettiği için de yine demir parmaklıklar arkasına sürüklenmek isteniyor kaçıncı defa...Tekrarlıyorum:Türkiye’de barış, demokrasi, hukuk ve özgürlük isteyenler, “Kürtler dün de yalnızdı, bugün de yalnız” cümlesini anlamaya, yüreklerinde hissetmeye gayret etsin.. Bu cümlede yatan duygusal kopuş nedir, bu kopuşlar Türkiye’de neden barış yollarını kapatıyor sorularının karşılıklarını düşünsünler. Bu soru işaretlerinin çengelinde sallanan meseleler, ne yazık ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan beri çözülmüş değil. Yine yanlış yolda olduğumuzu, Kürt siyasetçileriyle dolup taşan hapishanelerin ev sahipliği yaptığı siyasal kıyım gösteriyor.