Çağlayan Adliyesi... Uzayıp giden loş koridorlar... Tenha bir köşede not alıyorum. Gazeteciliği, güzel mesleğimizi adliye koridorlarından kurtarabilecek miyiz? Ben de o günleri görecek miyim? Duruşma uzuyor. Can Dündar’la Erdem Gül’ün savunmalarına başladıkları haberi ulaşıyor koridora... Sabahtan beri kulaklara çalınan o tedirgin edici soru yine havada uçuşuyor: Tutuklanacaklar mı? Not düşüyorum defterime: Mahkeme, hukukun sesini mi dinleyecek? Yoksa Saray’ın sesini mi? Ne hazin! Böyle bir sorunun akla takılması, bu memlekette ‘hukuk devleti’nin nasıl yerlerde sürünmeye başladığını gösteriyor. Anayasa Mahkemesi mi ağır basacak? Yoksa Saray mı?
Mahkemenin de, kendisi gibi, anayasal suç işlemesini isteyen Saray’daki Sultan’dı
Saray’daki Sultan değil miydi, “Öyle bırakmam onu” diyerek “Can Dündar bu haberin bedelini sana ödeteceğim, yanına koymayacağım” demeye getiren... Evet oydu. Can’la Erdem böyle hapsedildi. Saray’daki Sultan değil miydi, “Anayasa Mahkemesi’nin kararına uymuyorum” diyen?.. Evet oydu. Tahliye kararına uyan mahkemeye dönüp, “Karara direnseydin” diyen de o değil miydi? Evet oydu. Mahkemenin de, kendisi gibi, anayasal suç işlemesini isteyen de Saray’daki Sultan’dı. Koridorda bekleşiyoruz. Tutuklanacaklar mı? Hukukun değil de, Saray’ın sesini mi dinleyecek mahkeme?.. Kulaktan kulağa iyimser söylentiler de dolaşmıyor değil, hepimizin gerçek olmasını istediğimiz söylentiler... Kafeteryada Can Dündar’ın annesi Öznur Hanım’ı görüyorum. Her zamanki gibi aydınlık yüzlü, güler yüzlü. Sevgili Can tutuklandığında söyledikleri hâlâ kulağımda: “Giderkenki o gülüşü var ya... Ben en çok onu sevdim. Zaten gülmek benim oğluma yakışır.” Koridorda bir telaş hâli, koşuşturmaca... Yarım saat ara verilmiş... Can Dündar’ın sorgusu için bir avukat, “Savcı zorluyor, saçma sapan sorular sormakta” diyor önümden geçerken... Alkış kıyamet... Gazeteci milleti, Can Dündar’la Erdem Gül’ü kuşatıyor. Sloganlar patlıyor bir anda: “Yazanlar değil, çalanlar Silivri’ye...” “Faşizme karşı omuz omuza...” Yüzler gülüyor. Can’la Erdem’le kucaklaşma, ayaküstü sohbet... Akın Atalay iyimser... Yarım saat aradan sonra Erdem Gül’ün savunma ve sorgusuna geçilecek. Koridorun uzak bir köşesinde, ‘danışma’da bilgisayarımı açtım, yazıya başladım. Biri önümden geçerken lafını atıyor: “İyi yaz abi iyi yaz, yetmez ama evet gibi yazma sakın!” Dostça gülüp hızla uzaklaşıyor. Ege Dündar gelmiş Londra’dan, Dilek Dündar’ın yüzü gülüyor. Öğle arasında Nuray Mert, Cengiz Çandar, Kadri Gürsel’le birlikte Bakırköy’e, Kadın Cezaevi’ne gidiyoruz. Hapisteki akademisyenlerle dayanışma için... Bir fotoğraf çektirip twit atıyorum hapishane önünden: Hapisteki akademisyenlere özgürlük! Mesleğime hapishane önlerinde, mahkeme koridorlarında başlamıştım 1960’ların sonlarında. 47 yıl geçti. Değişen bir şey yok sanki. Yine bir adliye koridorunda yazımı yazıyorum.
Gazeteci milleti, Dündar’la Gül’ü kuşatıyor. Sloganlar patlıyor bir anda: “Yazanlar değil, çalanlar Silivri’ye...” “Faşizme karşı omuz omuza...”
Alkış kopuyor ve dinmiyor. Can’la Erdem duruşma salonuna giriyorlar. Saray’ın sesi mi?... Hukukun sesi mi?.. Hangisi ağır basacak? Hangisini dinleyecek mahkeme? Hukuk konusunda, bağımsız yargı konusunda bir umut ışığı yanacak mı? Yoksa karanlık biraz daha koyulaşacak mı?.. Daha zaman var anlaşılan. İnternette dolaşıyorum. Amerikan New Yorker dergisinin Erdoğan’la ilgili makalesinden: “2003’te başbakan olduğu zaman Erdoğan’a İslam dünyasına dönük demokratik model olarak umut bağlanmıştı. Köprülerin altından çok sular geçti. O artık diktatör olma yolunda hızla mesafe alıyor.” Alman Bild Zeitung’un yazarı Josef Wagner’den Erdoğan’a: “Almanya Türkiye değil. Almanya'da basının çenesini kapatamazsınız. Bizim gazetecilerimiz, kapı çaldığında tutuklanmayacaklarını biliyor.” Alman Die Welt gazetesinden Sascha Lehnartz: “Erdoğan'ın basın bürosu, Osmanlı karşıtı mizah yayınlarını tespit etmek için bölgesel Alman televizyonlarını tarıyor. Boğaz'ın aşırı hassas otokratı, Avrupa değerlerinden ne kadar uzak olduğunu ortaya koydu. Erdoğan için basın özgürlüğü, cumhurbaşkanına hakaret etme imkânından ibaret.” Amerikan New York Times gazetesinden Thomas Freidman’ın ABD’nin dış politikasını eleştirdiği yazısından: “Bölgedeki en önemli NATO ‘müttefikimiz’ Türkiye’nin, muhalif gazeteleri kapattığı ve gazetecilere dava açtığı için Sultan Erdoğan diye anılan Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından demokrasiden diktatörlüğe dönüşmesi gözlerimizi yummamızı gerektirdi.” Bu satırları yazarken bir avukat ‘danışma’ya geliyor. “Kusura bakmayın, yazınızı bölüyorum ama...” diye söze giriyor, “Arka tarafa çok fazla polis yığdılar. Saat beş olduğu gerekçesiyle herkesi dışarı çıkarmak istiyorlar. Bunlar iyi işaretler değil, tutuklama geliyor galiba...” Hay Allah diyorum kendi kendime... Saat beşi yirmi geçiyor. Daha ne kadar sürecek bakalım. Derken çığlıklar... Sevinç çığlıkları! Koşturuyorum. Haberi Ahmet Sever'den alıyorum. İçerden gelen habere göre, savcı tutuklama talebinde bulunmamış... Biri ekliyor ama: "Bu demek değil ki, mahkeme heyeti tutuklama kararı vermez." Beklemeye devam ediyoruz. Yine o soru: Mahkeme, Saray’ın mı, hukukun mu sesini dinleyecek Saray’daki Sultan gibi, Anayasa Mahkemesi kararına uymayacak mı, yoksa hukukun üstünlüğü mü diyecek?.. Ve saat yediye doğru yine çığlık ve alkış sesleri... Mahkeme tutuklama kararı vermedi, Saray’ın değil, hukukun sesini dinledi. Karar, hukuk açısından geleceğe dönük bir umut ışığı bu kadar karanlığın içinde... Bu daha başlangıç, mücadeleye devam. Gün kavuşurken atılan sloganlarla ayrılıyoruz Çağlayan’dan: Yazanlar değil, çalanlar Silivri’ye! Çağlayan Adliyesi'nin merdivenlerinde Can Dündar ve Erdem Gül açıklama yaparken kulağıma çalınıyor: "Bu dava çöktü artık!.."