Karanlığı delen kadife gibi yumuşak sesi yükseliyor Nelson Mandela’nın: “Özgürlüğün hüküm sürdüğü tepelere ulaşmak istiyorsak, şu iyi bilinsin, ölümün kol gezdiği vadilerin karanlık gölgelerinden defalarca geçmek zorundayız.”
Mandela 1990’da hapisten çıkarken diyor ki: “Beyaz hâkimiyetine karşı mücadele ettim. Siyah hâkimiyetine karşı mücadele ettim. Siyah beyaz bütün insanların uyum içinde, özgür ve demokratik bir toplum düzeni idealini yaşattım kafamda. İşte bu benim gerekirse uğruna ölebileceğim bir idealdir.”
Boğulur gibi oluyorum, boyunlara geçirilmeye hazır, ilmiklenmiş yağlı urganları tavandan sarkar halde görünce...
İçim daralıyor, ırkçılığa isyan edenlerin yıllar boyu yattığı dapdaracık hücrelere adım atınca...
2010 yılı Temmuz ayı.
Güney Afrika, Johannesburg’da Apartheid Müzesi.
Irkçılığın insan ruhuna bulaştırılmış ne korkunç bir illet olduğunu daha beter hissettiğim için boğulur gibi oluyorum.
İçim gerçekten daralıyor.
Tavandan sarkan ilmik ilmik yağlı urganlar, ırkçılığa karşı mücadele verenlerin boynuna çok sık geçirilmiş, özellikle 1962 ile 1986 yılları arasında.
Asılarak idam edilen özgürlük savaşçılarının isimleriyle, idam sehpalarının karanlık fotoğraflarının ıslak taş duvarlardaki içiçeliği bir an tüylerimi ürpertiyor.
1979’da idam sehpasına giderken seslenmiş Solomon Mahlangu:
“Benim kanım, özgürlük meyveleri verecek ağacın köklerini sulayacaktır. Halkıma söyleyin, ben onları çok sevdim. Mücadeleye devam etmek zorundalar. Beni merak etmesinler. Kaygılarını, ırkçılığın acısını yaşamakta olanlara ayırsınlar, bu bana yeter.”
O dapdaracık hücrede yıllarını geçiren Nelson Mandela’nın karanlığı delen kadife gibi yumuşak sesi yükseliyor müzenin bir köşesinden:
“Hiçbir yerde özgürlüğe açılan kolay bir yol yoktur. Özgürlüğün hüküm sürdüğü tepelere ulaşmak istiyorsak, şu iyi bilinsin, ölümün kol gezdiği vadilerin karanlık gölgelerinden defalarca geçmek zorundayız.”
Sesin geldiği yere yürüyorum.
Ne kadar keder yüklü bir ses.
Oturuyorum tahtadan banka.
Miriam Makeba’yı dinliyorum.
Yaşlı, siyah bir kadın. Bir mahzende söylüyor. Etrafına kadın erkek siyahlar toplanmış, bazılarının yanaklarından yaşlar süzülüyor.
Güney Afrika'da siyahların yaşadığı tüm acıları hüzün dolu sesiyle öylesine dile getiriyor ki, ben de bir an içimde hissediyorum o acıları, bir nebze de olsa...
Mandela, Miriam Makeba için “Irkçılığa karşı mücadelemizin anası” diyor.
31 yıl sürgünde yaşadıktan sonra 1990’da, Mandela hapisten çıkınca, Güney Afrika’ya dönmüş...
Bir gece öncesi gözümün önünde. Sandton Meydanı’ndaki o güler yüzlü dev Nelson Mandela heykelinin çevresinde futbol kaçıkları vur patlasın, çal oynasın!
Vuvuzelalar ciyaklıyor.
Biralar içiliyor.
Güney Afrika trikosunu sırtına geçirmiş, ufacık tefecik bir siyah kız dikkatimi çekiyor.
Elinde kartondan bir pankart var.
Tahta bir sopanın üstüne asmış. Bütün yüzünü kaplayan ve inci gibi bembeyaz dişlerini ortaya çıkaran sempatik gülümsemesiyle o pankartı Mandela heykelinin çevresinde eğlenenlere sallayıp duruyor:
Birleşik Güney Afrika!
Mandela bunu savunduğu için, ırkçılığa isyan ettiği için vatan haini damgası yemişti.
1990’da hapisten çıkana kadar, dile kolay, tam 27 yıl Apartheid rejiminin insanlık onurunu ayaklar altına alan bu dapdaracık hücrelerde yattı.
Ama acılarının esiri olmadı.
Yaşananları unutmadı elbette.
Fakat barış ve demokrasi elini uzattı ‘beyaz adam’a.
1990’da hapisten çıkarken söyledikleri, müzenin bir kenarında yazıyordu:
“Beyaz hâkimiyetine karşı mücadele ettim. Siyah hâkimiyetine karşı mücadele ettim. Siyah beyaz bütün insanların uyum içinde, fırsat eşitliği içinde yaşayacakları özgür ve demokratik bir toplum düzeni idealini yaşattım kafamda. İşte bu benim yaşamak ve gerçekleştirmek istediğim ve de gerekirse uğruna ölebileceğim bir idealdir.”
Yine dikkat ediyorum.
Mandela’nın sesi ne kadar yumuşak geliyor, kadife gibi. Sesini yükseltmeden her şeyi söylüyor. Sesini yükseltmeden kendisini can kulağıyla dinletebiliyor.
Müzenin yapayalnız bir köşesine, yeşil çimlerin üstüne, tek bir bank koymuşlar.
İsteyen oturabilir de...
Yeşil zemin üstüne beyaz harflerle yazmışlar:
“Sadece Avrupalılar içindir!”
Müzenin ön bahçesinde, ziyaretçilere hoş geldin diyen yedi direk dikili, hepsinin üstünde birer sözcük var:
Demokrasi, uzlaşma, çoğulculuk, sorumluluk, saygı, özgürlük, eşitlik...
Nefret ve düşmanlık üzerinden hayat ya da barış kurmak olanaksız.
Nelson Mandela, bu büyük insan, bu gerçeği çok iyi bildiği için ülkesindeki kısır döngüyü kırabilmişti.
Güney Afrika, 1990’ların ilk yarısına kadar nüfusunun ezici çoğunluğunun, yani siyahların insandan sayılmadığı koskoca bir ülkeydi.
1982’de tüm sağlık hizmetleri beyazlar içindi bu ülkede.
Siyahların televizyon almasına bile kötü gözle bakılır, engellenirdi.
1994’e kadar bu ülkede siyahlar köle, beyazlar efendiydi.
Dört beş milyon beyaz, 1994’e kadar kırk beş milyon siyaha her açıdan hükmederdi. İnsan haklarının kırıntısına bile sahip değildi siyahlar.
Bu lanetli rejimin, ırk ayrımcılığının adı Apartheid idi. Irkçı rejim, büyük lider Nelson Mandela’yı 27 yıl vatana ihanet suçlamasıyla hapiste tuttu. Ancak özgürlük mücadelesini bastıramadı.
Mandela 1990’da hapisten çıktı.
1994’de Cumhurbaşkanı seçildi.
Mandela, geçmişi elbette unutmadı ama onun tutsağı da olmadı. Ülkesinde başka türlü gerçek bir barışın kurulamayacağını biliyordu çünkü.
Onun için de, daha başından itibaren tüm çabası, yalnız siyahların değil, beyazların da devlet başkanı olduğunu göstermeye, kanıtlamaya dönüktü.
Bunu hiç unutmadı.
Bu açıdan ilk büyük fırsatı cumhurbaşkanlığının birinci yılı dolmadan, Johannesburg’ta yapılan 1995 Dünya Rugby Şampiyonası’nda yakaladı.
Güney Afrika’da kriket gibi rugby de yalnız beyazların sporuydu. 1995’te Dünya Rugby finali Ellis Park Stadı’ndaydı. Güney Afrika’nın Springbok takımı, ezeli rakibi Yeni Zelanda’yla oynayacaktı.
Springbok’un 15 oyuncusundan sadece 1’i siyahtı, o da yedekler arasında oturuyordu. Final günü 55 bin kişilik Ellis Park hıncahınç doludur.
Takımlar saha çıktığında akla hayale gelmeyen müthiş bir sürpriz yaşanır. Cumhurbaşkanı Mandela, sırtında Springbok kaptanının altı numaralı yeşil formasıyla sahada gözükür, gider kaptanı ve tüm oyuncuların ellerini teker teker sıkar, onlara başarı diler.
Ne olacağını Nelson Mandela da bilmez. Önce müthiş bir sessizlik kaplar bütün stadı. Sonra tribünlerden birinin, “Nel-son!” diye haykırışı sessizliği delip geçer. Ve birdenbire bütün Ellis Park inlemeye başlar, “Nel-son, Nel-son!” diye...
Maçın sonunda ‘beyazlar’ın takımı Sprinkbok, Dünya Kupası’nı Cumhurbaşkanı Mandela’nın elinden alırken artık ‘siyahlar’ın da takımı olmuştur. (*)
1994 yılı Şubat ayıydı.
Güney Afrika’ya, Cape Town’a gelmiştim ilk defa. Mandela’nın de Klerk’la Nobel Barış Ödülü’nü ırkçı rejimi tarihin çöp tenekesine attıkları için birlikte aldıkları, heyecanlı bir dönem yaşanıyordu.
Hayatının 27 yılını ‘vatan hainliği’ suçlamasıyla beyaz ırkçı rejimin zindanlarında geçirmiş olan Mandela, beyaz adama ‘dostluk ve barış eli’ni uzatabilmişti.
Bu iki lideri, geçmişin tutsağı olmaktan kendilerini kurtarabilen Mandela’yla de Klerk’ı 1994’ün Şubat ayında IPI Yürütme Kurulu Üyesi olarak tanımak, ellerini sıkıp ayaküstü de olsa sohbet etmek mutluluğunu tatmıştım.
O tarihlerde herkes onlar gibi değildi Güney Afrika’da. Siyah ve beyaz uçlarda saf tutanlar vardı. Eski duvarları devam ettirmekten, siyahlarla beyazların ayrı ayrı yapılar içinde varlıklarını sürdürmesinden, yani ‘ayrılıkçılık’tan yanaydılar.
Ancak Mandela’yla de Klerk ayrılığı reddettiler Güney Afrika’da, aynı çatı altında, demokrasi ve barış içinde yaşama yolunu seçtiler.
1994’te söylediklerinin özeti şöyleydi:
“Üniter devletten yanayız. Ama bölgelerin varlığını kabul ediyoruz. Hepsinin seçimle gelecek yerel meclisleri olacak. Ayrıca tüm farklı gruplar kendi kültürel kimliklerini koruyup geliştirebilecekler.”(**)
Anılar dipsiz bir kuyudan çıkıp geliyor.
1992 yılı Ocak ayı.
Davos’ta, Dünya Ekonomik Forumu’nda Başbakan Demirel’i izliyorum. Nelson Mandela’yla da görüşüyor bir büyük otelin süitinde. Ankara o sırada Mandela’ya Uluslararası Atatürk Ödülü’nü vermek istiyor.
Ama Mandela’dan ret yanıtı geliyor.
Bu ‘hayır’ın altında Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürtlere dönük ayrımcılığı yatıyordu.
Nelson Mandela her zaman barış ve demokrasi sözcükleriyle hatırlanacak, anılacak.
Mandela ölmedi!
Twitter: @HSNCML
___________________________________________________________________________
* John Carlin’in Playing the Enemy isimli kitabından Clint Eastwood’ın çevirdiği Invictus filmde bu olay çok güzel anlatılır.
** Hasan Cemal’in 15-20 Şubat 1994 tarihleri arasında Cape Town’dan yazdığı ve Sabah’ta çıkan Güney Afrika yazılarından.