Gazetecilikte eğer şansın yaver gidip de yolun iyi bir ‘usta’yla kesişmezse, işin zor demektir... Altan Öymen, benim bu meslekte büyüğümdür, ustamdır. Kendisinden çok şey öğrendim. Altan Abi’nin yeni kitabı ‘...Ve İhtilal’in sayfaları arasında dolaşırken, yakın geçmiş gözümün önünden bir film şeridi gibi geçip gidiyor.
Altan Öymen dünü anlatırken, bugüne de ışık tutuyor, siyaset sahnesinde bügün yaşananlara da akıl erdirmeyi kolaylaştırıyor. Bu açıdan devrin Başbakanı Adnan Menderes’in 1950’li yıllarda basına ve iş dünyasına nasıl baktığını gösteren sayfalar çok ilginç. Bakın Menderes, o günlerde basın ve iş dünyası için neler söylemiş...
Gazetecilik daha çok usta-çırak mesleğidir. Ne kadar okusan etsen, hatta çalışsan, eğer şansın yaver gidip de yolun iyi bir ‘usta’yla kesişmezse, meslekte işin zor demektir.
Benim şansım yaver gitmişti.
12 Mart askeri darbe dönemiydi.
1970’lerin hemen başı.
Devrim dergisi kapatılmıştı.
Bir sürü davayla işsiz kalmıştım.
Yeni evliydim ve karım hamileydi.
Ankara’da her Allah’ın günü Altan Öymen’in ANKA haber ajansına uğrardım, belki bana da bir iş çıkar diye.
Babamın yıllar yılı tercüme yaparken kullandığı, sonra bana hediye ettiği Hermes-Baby daktilo makinasını yanımdan eksik etmezdim.
Kızılay’ın göbeğindeki gökdelenin bilmem kaçıncı katındaki büroda, takır tukur daktilo sesleri ve teleks tıkırtılarıyla sabahtan akşama vakit öldürürken, bir taraftan da umut beslerdim, belki beni de habere gönderirler diye...
Bir gün gönderdiler de.
Heyecan içinde koşturdum, telaş içinde gelip haberi yazdım. Heyecan ve telaş, yani hız meselesi, ajans haberciliğinin gereğiydi.
Yoksa geç kaldın mı, sen daha haberi yazarken, yan taraftaki haber ajansının teleksi çın çın ötmeye başlar, sen de yarışta geçilmiş olur, fırçayı yerdin istihbarat şefinden...
Benim haber o gün nedense Altan Öymen’in önüne gitmişti. Ondan sonrasına gelince ‘Çin işkencesi’ydi.
Altan Abi, benim haberi kaç kez düzeltti, ben kaç kez yeniden yazdım, şimdi anımsamıyorum.
Ama kan ter içinde kalmıştım.
Altan Abi ve biraderi Örsan Öymen’in yanında, ‘devrimcilik’ten gerçek gazeteciliğe açılan yolda ilk adımlarımı böyle atmıştım.
Lafı uzattım yine...
Altan Öymen, benim bu meslekte büyüğümdür, ustamdır. Kendisinden çok şey öğrendim. Sonra yıllar geçti, ben de büyüdüm ve bu defa ben de onun umum neşriyat müdürü oldum Cumhuriyet gazetesinde...
Bizim meslek biraz böyledir.
İçinde uzunca kalırsan, bir yerde yollar kesişmeye, bir yerde ayrılmaya, hatta yine kesişmeye başlar.
Altan Abi’nin yeni kitabı ‘...Ve İhtilal’in (Doğan Kitap) sayfaları arasında dolaşırken, yakın geçmiş gözümün önünden bir film şeridi gibi geçip gidiyor.
Gazeteci olarak yaşananlar artık tarih olmuş...
Gazeteci milleti olarak pek severiz, bu tarihin müsveddesini yazmak sözünü. Bu deyişte hiç kuşkusuz gerçek payı vardır.
Ama Altan Öymen’in yeni kitabı, tıpkı eskiler gibi, ‘tarihin müsveddesi’ değil, galiba tarihin kendisi.
Şunu rahatça söyleyebilirim:
Tarihçiler de, siyaset bilimcileri de veya bu memlekette siyasetin ne olup olmadığını gerçekten anlamak isteyenler de, kaçınılmaz olarak Altan Öymen’in kitaplarından geçmek zorunda kalacaklar.
Kısaca:
Altan Öymen durağı, mecburi durak olacak onlar için...
Bu kitabıyla ilgili olarak geçen haftaki bir yazımda da belirtmiştim.
1950’lileri, Demokrat Parti’nin Adnan Menderes dönemini okurken, bugün daha iyi anlaşılıyor. Ya da bugüne dönük bazı dersler daha kolay çıkıyor.
Shakespeare’in bir sözünü çok severim:
“Bütün dünler, bugünleri aydınlatan fenerlerdir.”
‘...Ve İhtilal’ de öyle.
Altan Öymen dünü anlatırken, aslında bugüne de ışık tutuyor. Dünü anlatırken, siyaset sahnesinde bügün yaşananlara da akıl erdirmeyi kolaylaştırıyor.
Bu açıdan devrin Başbakanı, o zamanki deyişle Başvekili Adnan Menderes’in
1950’li yılların özellikle ikinci yarısında basına ve iş dünyasına nasıl baktığını gösteren sayfaları çok ilginç.
Menderes, basın (o zamanki deyişle matbuat) için diyor ki:
“Matbuat, tamamiyle mesuliyetten ari (sorumsuz, sorumluluk dışı) olarak çalıştı. Bundan memleketimizin kayıpları büyüktür. Memleketin dış münasebetlerinin ve gerekse milli menfaatlerinin muhafazasında ne derecelere kadar müşkülat ihdas ettiklerini (güçlük çıkardıklarını) ve ne kadar büyük zararlara sebebiyet vermiş olduklarını ve nasıl haksız ve insafsız hareket etmiş olduklarını elbette tarih kaydedecektir.”
Menderes, işadamları (o zamanki deyimle ticaret erbabı) için diyor ki:
“Ticaret sahasındaki mesuliyetsizliklerin ise bizi getire getire nerelere kadar getirdiğini takdir edersiniz. Basın hürriyeti dediğimiz mesuliyetsizlik rejiminin siperi arkasında muhtekir istediği gibi milleti soymak imkânını buldu. Vatandaşı ıstıraptan ıstıraba sevketti.”(Sayfa 353)
Bugüne dönük daha o kadar çok örnek var ki Altan Öymen’in kitabında...
Ayrıntıya girmek istemiyorum.
Ayrıca, sözü bugüne de getirmek istemiyorum, tabii bugünlük...
Dün ve bugün derken, yazımı İhsan Dağı’nın Zaman’da dün çıkan yazısından bir alıntıyla noktalıyorum:
“İktidara ‘erdiğinizde’ muhalefeti iç düşman, gazetecileri vatan haini, siyaseti savaş olarak görürseniz demokratlığınız biter.
Yıllarca Kemalistler iktidarlarında bu dili kullandı. Şimdi de AK Parti.
Demek ki bu şunun veya bunun değil iktidarın, devletin dili ve yöntemi.
Bunlar için muhalefeti sindirmenin, toplumu disiplinize etmenin, medyayı susturmanın yolu bellidir.
Devletle kendi varlığınızı özdeşleştirmek, böylece muhalefeti size, devletin varlığına yönelik bir düşman tehdidi olarak nitelemek, yani siyaseti güvenlikleştirmek...
İnanın bunlar çok bildik ‘eski dönem’ taktikleri...”
Sevgili İhsan Dağı, haklısın, epeyce eskilere gidiyor bu taktikler…
Twitter: @HSNCML