Mussolini'nin Lazio'su, Franco'nun Real Madrid'i, Çavuşesku'nun Steau Bükreş'i vardı, Erdoğan'ın Başakşehir'i neden olmasın?..
New York, 15 Nisan 2018
Hüzünlü bir saksofon sesi. Parkın içinden geliyor. Dinlemek için ahşap banklardan birine oturuyorum, Washington Square Park'ta. Çimenlerin üstünde dolaşan, zıplayan güvercinler, serçeler, sincaplar. Bugün nedense huzurluyum. Kimbilir, belki de bahar nihayet kapımızı çaldığı için öyle, kendi kendimle barış yaptım. Ağaçlar tomurcuklanmış, yeşillenmiş, çiçek açmış. Ocak ayı ortalarından beri buz gibi soğuk, karlı, kasvetli topraklarda dolaşırken hep bugünlere baktım. Bremen... Hamburg... Kopenhag... Berlin... Kaliningrad... Gdansk... Varşova... Krakow... Katowiçe... Brno... Prag... Ostend... Sonra da Londra, New York... Üç aydır yollardayım. Böyle bir yolculuğa son kitabımı, Hayat İşte Böyle Geçip Gidiyor'u bitirirken karar vermiştim. Kendi içime döneyim, dünyanın ve Türkiye'nin hâllerine bir süre uzaktan, tepeden bakayım, belki benim ruh hâllerime de iyi gelir diye düşündüm. İyi geldi mi? Bilmem. Hitler'le Stalin arasında sıkışmış, kanlı trajediler yaşamış bir coğrafyada o zamanları hissetmeye, anlamaya çalıştım. 1930'larda Hitler'den kaçarak sürgüne sığınmış yazarların, sanatçıların, gazetecilerin izini sürmek, acılarına dokunmak istedim.
"Evden dışarı bir adım attığını görürsek..."
Yol üstünde, sürgünde yaşayan kendi arkadaşlarımla Can'la, Cengo'yla hasret giderdim. Onlarla hapisteki arkadaşlarımızı konuştuk, dertleştik. O arada Cumhuriyet'teki arkadaşlarımızın, Şahin Alpay'ın serbest bırakılmasına sevindik. Londra'da, Cengo'yla birlikteydik sevgili Şahin'in tahliye kararı geldiğinde. FaceTime yaptık cep telefonuyla. Dedi ki:
Saatler geçti. Bunlar beni yine çıkartmazlar, dedim. Yan koğuştan alkış sesleri geldi, sonra koğuşun kapısı açıldı. Şimdi karakoldan geliyorum, adli kontrol... Evden dışarı bir adım attığını görürsek, gelir de seni evde bulamazsak, yine doğru Silivri'yi boylarsın, dediler.
Mutluydu Şahin, evine, ailesine, Fatma'ya kavuştuğu için... Yaşlandık galiba, Cengo'yla gözlerimiz doldu. Saksofon sesi hüzünlü... Parkta baharın getirdiği cıvıl cıvıl, rengârenk bir hareketlilik var. Bakınıyorum etrafa. Yaşamak her şeye rağmen güzel. Kaç zamandır kendimi ilk defa iyi hissediyorum, içimde yaşama sevinci kımıldıyor.
Yaşamak her şeye rağmen güzel. Kaç zamandır kendimi ilk defa iyi hissediyorum, içimde yaşama sevinci kımıldıyor
Kendi memleketinde sürgün yaşamak... Sürgünde yaşayabilir miyim? İstanbul'dan uzak... Bu soru aklımdan çıkmıyor. Bir de Kundera'nın o sözü:
Yaşadığı yeri terk etme arzusundaki insan mutsuz bir insandır.
Peki ama demir parmaklık arkasında ya da koca bir hapishaneye dönmüş bir memlekette yaşamak niye? Mutluluk bunun neresinde? Yazı yazarak, kitap yazarak İstanbul'da, evimde yaşamak istiyorum. Ya bana da hapsin kapısı açılırsa?.. Ama sürgünde yaşamak da bana bi tür kaçış gibi geliyor. Hasan Cemal; İnsan kendi memleketinde de sürgün yaşayabiliyor ama... Ayrıca, dört duvar arasında, mavi gökyüzünü bile görmeden yaşamayı reddetmek neden kaçış olsun ki?.. İçim belki bu yaştan sonra sürgünlüğü kaldırmıyor. Kendi memleketimde yaşayabildiğim kadar yaşamak, yazabildiğim kadar yazmak istiyorum. 74 yaşındayım. 49 yıldır gazeteciyim. Özgürlüklerin, farklılıkların, renklerin bugünkü kadar ayaklar altına alındığı, iktidar saflarından intikamcı duyguların bu kadar ayyuka çıktığı bir dönemi anımsamıyorum.
Kendi memleketimde yaşayabildiğim kadar yaşamak, yazabildiğim kadar yazmak istiyorum
"AKM için istediğiniz kadar bağırın, çatlayın, patlayın, yıktık işte!" diyen bir Cumhurbaşkanı'nın tek başına buyruk yönettiği, cephelere ayırdığı, feci kutuplaştırdığı bir ülkede yaşamak hiç de kolay değil. Böylesi bir ülkede insan kendi içine kaçabiliyor. İtirazdan vazgeçebiliyor. Korkabiliyor. Suskunlaşabiliyor. Kendi memleketinde sürgün yaşamaya başlıyor yani... West Village'da bir caz lokali, bir bodrumda. Adı Small's. Çok iyi çalıyorlar, Ayşe'yle keyif alıyoruz.
İstanbul'daki bir cazsever arkadaşıma o klasik mesajı atıyorum:
Caz müziğin demokrasisidir!
Yanıt gecikmiyor:
Ne günlere kaldık, demokrasiyi artık cazda aramaya başladık.
Ne hazin. Şortlu genç kızlar, erkekler çimenlerin üstüne sereserpe yayılmış, hüzünlü hüzünlü saksofon çalan siyah çocuğu dinlerken çene yarıştırıyorlar. Yürümeye yeni yeni başlamış bir bebek biberonunu bana uzatıyor. Ayaklarımın dibinde beyaz bir güvercin dolaşıyor. Dalıyorum. Boğaziçi Üniversitesi'nde, Afrin'deki savaşı protesto ettikleri için Erdoğan tarafından, "Boğaziçili o teröristlere okuma hakkı vermeyeceğiz!" diye hedef gösterilen ve hemen hapse atılan gençleri düşünüyorum.
Kadın oyuncuları sahneye çıkarmayan Meclis Başkanı aklıma geliyor. Savaşı değil barışı savunmak suç! Kadınlara tiyatro sahnesi yasak! Uluslararası PEN'in raporu:
Türkiye'de ifade özgürlüğü can çekişiyor.
Daniel Cohn-Bendit'den Osman Kavala'ya mektup:
Sevgili Osman, Sana bu mektubu yazmaya karar verdiğim, “Osman, seni unutmadık” demek istediğim günlerde, Almanya basını Deniz Yücel’in serbest bırakılması, Ahmet ve Mehmet Altan ile Nazlı Ilıcak’ın ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılmaları ile çalkalandı. Kaygılarım her gün derinleştiği gibi, yakından tanıdığım gazeteci, yazar, sanatçı ve politikacıların tutuklanması beni üzüyor.
Ragıp Zarakolu'nun 1 Nisan tarihli ArtıGerçek'teki Hoş geldin Takrir-i Sükun hoş geldin başlıklı yazısı:
1990 yılında “Deng” dergisi fotokopi ile çoğaltılıp dağıtılırken, bundan tam 28 yıl sonra, Kürtçe yayınlanan, tarihinde birçok kapatmaya tanık olan “Welat” gazetesi fotokopi ile çoğaltılıp dağıtılma durumunda kalmaktadır, kendisini basan Gün Matbacılığa el konulduğu için... Bunun için hep yüzleşilmeyen ve hesaplaşılmayan tarih kendini tekrarlar deyip duruyoruz.
Benimle ilgili bir haber T24'ten:
Daha önce beraat etmişti. Hasan Cemal, "Çekilme Günlüğü" davasında yeniden yargılandı; 3 ay 22 gün hapis cezası aldı...
Washington Post başyazı yazmış:
Erdoğan, Türkiye'yi totaliter bir hapishaneye dönüştürüyor!
Galatasaray 2-0 Erdoğan! Maç saatim yaklaşıyor. Cimbom kendi sahasında Başakşehir'le oynayacak. Ölüm kalım maçı, mutlaka yenmemiz lazım. Bilgisayarımdan seyredeceğim, interneti güçlü bir kahve arıyorum. Erdoğan'ın tweeti aklımda:
Recep Tayyip Erdoğan: "Tribünleri Başakşehir'in gençliğinin doldurması lazım. Gençler buna var mıyız? Şampiyonluğa oynuyorsunuz tribünlerin dolması lazım. Bunu halletmeniz lazım. Bakın aniden bir sürpriz yaparım. Başakşehir'in bir maçına gelirim, tribünleri boş görürsem olmaz."
Ben de rt'liyorum...
Mussolini'nin Lazio'su, Franco'nun Real Madrid'i, Çavuşesku'nun Steau Bükreş'i vardı, Erdoğan'ın Başakşehir'i neden olmasın?..
Ve 2-0 yeniyoruz Başakşehir'i. Epeyce eğleniyoruz... Meral Akşener'in tweet'i:
Galatasaray 2-0 Erdoğan!
Bir başka tweet:
KHK ile Başakşehir galip sayılmaz inşallah!
Ve bir Zaytung haberi:
Başakşehir'e gol atan oyucular hakkında yakalama kararı...
Washington Square Park'ın orta yerine bir otobüs yanaşıyor.
Kim kime, dum duma! Kimse kimseye karışmıyor. Günüm böyle eğlenceli bitiyor... Üç ayın sonunda İstanbul'a dönmeden önce birkaç yazı daha var New York'tan.