Fok balıklarının tuhaf inlemeleriyle dalgaların sesi birbirine karışıyor. Belli dönemlerde turistlere kapatılan bu kayalıklarda fok katliamı yapılırmış. Yağını Ruslar, derisini Çinliler alıyormuş. Bu ‘katliam’ın nedeni, fokların balık obur olmaları ve hızlı üremeleriymiş. Foklar, başlarına vurulan demir çubuklarla öldürülürmüş... Okyanus dalgalarının dövdüğü bu kayalıkları kanla yıkayan vahşete lanet ediyorum.
Güneşe doğru yol alıyoruz. Neresi çöl, neresi yol, birbirine karışıyor. Mihmandarımızın telefonu çalıyor; “Mister Cemal, sizi arıyorlar?” Şaşırıyorum, alıyorum telefonu. Bir Kürt, Bingöl’den. 1980’lerde hapis yatmış. Sonra Almanya’ya sığınmış siyaseten. Orada evlenip Windhouk’a göç etmiş ve Namibia vatandaşı olmuş. Şimdi ülkenin en iyi futbol takımlarından birinin hocalığını yapıyormuş.
BRANDBERG WHITE LADY LODGE, DAMARALAND
Alman sömürgecilerin Atlas Okyanusu kıyısındaki ilk yerleşim merkezi olan Swakopmund’dan sabah erken yola koyulduk.
Bir yanımız çöl...
Bir yanımız deniz...
Hava kapalı, kurşuni, belki bir başka deyişle kasvetli...
Renk cahiliyimdir.
Denizin rengi kopkoyu yeşile mi, griye mi çalıyor bilemedim. Dalgaları köpük köpük kayalıkları döven okyanusun soğuk rüzgârları arada bir çölün kumlarını havalandırıp minibüsümüze çarpıyor.
İskelet Kumsalı!
Okyanus kudurduğu vakitler, üstünde ne var ne yok batırdığı, enkaz haline getirdiği, her şeyi alıp çölle kavuşan bu kumsallara vurduğu içindir ki, adını iskelet koymuş eski denizciler.
Kayalıkların üstünde bir tek burnu gözüken koca bir gemi enkazının öyle bir görüntüsü var ki, sanki okyanusun tüm acımasızlığının bir nişanesi...
Yelkenliyle Atlas Okyanusu’nu geçme fikri birkaç yıldır kafamda tomurcuklanıyor ama, okyanusun bu hallerini görünce cesaretim birden kırılıyor.
Tuz imalathaneleri uzayıp gidiyor bir yanımızdan. Yolun üstü beyaz, ince tuz tabakasıyla kaplı. Sürücümüz bundan memnun, kaymayı önlermiş tuzlu yollar...
Yol kenarında küçük masalar, üstünde rengârenk tuz kristalleri, bir de teneke kutu, hoşunuza gider de alırsanız, içine para atmak için...
Balina kemiklerinden dev bir anıt!
Denizin kıyısına dikmişler.
Ve koskoca bir haç!
Sanki okyanusa meydan okuyor.
Siyah Afrika’nın bu kıyılarına 1485 yılında ilk kez ayak basan Portekizli denizciler dikmiş bu haçı.
Ama haçın aslı şimdi Berlin’de.
Alman sömürgeciler geçen yüzyılın başında söküp Alman Müzesi’ne götürmüşler.
Sömürgeci hoyratlığı!
Üstündeki yazıyı sökmeye çalışırken aklıma takıldı, acaba Portekiz resmen bu haçın aslını Almanya’dan talep etti mi diye...
Burnumuza feci kokular gelirken, kulaklarımıza da koyunların çıkardığına benzer meleme sesleri çalınıyor uzaktan.
Ama artık aşinayız bu sese.
Fok balıklarının tuhaf inlemeleriyle okyanustan kopup gelen köpük köpük dalgaların sesi birbirine karışıyor.
Büyüklü küçüklü foklar. Oynaşan, uyuyan, güneşlenen foklar... Bir tane ölü fok yavrusunun başında da bir martı dikkatimi çekiyor, upuzun gagasıyla...
Fok Koloni!
Yılın belli dönemlerinde turistlere kapatılan bu kayalıklarda fok katliamı yapılırmış.
Yağını Ruslar, derisini Çinliler alıyormuş.
Bu ‘katliam’ın nedeni, fokların balık obur olmaları ve hızlı üremeleriymiş.
Foklar, başlarına vurulan demir çubuklarla öldürülürmüş...
Okyanus dalgalarının dövdüğü bu kayalıkları kanla yıkayan vahşete lanet ediyorum.
Güneşe doğru yol alıyoruz.
Hava gitgide ısınıyor.
Neresi çöl, neresi yol?..
İkisi birbirine karışıyor.
Sıcak basıyor, uyuklamaya başlıyorum.
Mihmandarımızın telefonu çalıyor: “Mister Cemal, sizi arıyorlar?”
Şaşırıyorum:
“Beni mi, kim?”
“Sizi adınızla istiyor.”
Alıyorum telefonu.
Bir Kürt, Bingöl’den.
1980’lerde bir süre hapis yatmış. Sonra Almanya’ya sığınmış siyaseten. Orada evlenip Windhouk’a göç etmiş ve Namibia vatandaşı olmuş. Futbolculuğu sayesinde, şimdi ülkenin en iyi futbol takımlarından birinin hocalığını yapıyormuş.
Benim buraları anlatan ilk yazımı T24’de okuyunca, bizim yolculuk ettiğimiz tek motorlu uçağın şirketini bulmuş ve bana ulaşmış...
Havalimanında buluşunca, “Bizim burada bir süre önce Türkiye Büyükelçiliği açıldı. 25 yıl sonra memlekete girmek istedim ama vize alamadım” dedi.
Hava çok sıcak.
Minibüste bir uyukluyorum, bir uyanıyorum.
Ne kadar uçsuz bucaksız topraklar.
Ve çöl...
Dümdüz göz alabildiğine uzanıyor etrafımızda...
Nihayet dağlar gözüküyor ufukta.
Sis var.
Namibia’nın en yüksek dağının, 2 bin 500 metre yükseklikteki Brandberg’in eteklerinde bir safari kampına gidiyoruz, arkamızda upuzun bir toz bulutu bırakarak...
Biraz da heyecan var.
Çöl fiilleri göreceğiz.
Derken, tanıdık bir hayvan biraz bodur çalılıkların arasında çok ağır adımlarla yürüyor:
Evet, bu bir devekuşu!
Uzaktan ince uzun bacaklarını seçemediğimiz için, sadece hareket halindeki koca bir siyah leke gözümüze çarpıyor.
Ve yol üstünde bir trafik işareti bizi fena halde eğlendiriyor:
Dikkat fil çıkabilir!
Dağın eteklerinde geceleyeceğimiz yan yana dizili kulübelere eşyalarımızı bırakır bırakmaz, sekiz kişi üstü açık kamyonlara atlıyoruz.
Kurumuş bir nehir yatağında ağır ağır yol başlarken mihmandarın uyarıları geliyor:
“Hiç konuşmayın!”
“Cep telefonlarınızı kapatın!”
“Kamyondan inmek kesinlikle yasak ve tehlikeli.”
“Filler araba sesine alışık ama insan sesiyle telefon sesinden irkiliyorlar.”
Bu arada ekliyor:
“Burada leopar da çıkabilir.”
Bizim çıtımız çıkmıyor.
Tüm kamyon sinmiş durumda.
Heyecan ve tedirginlikle etrafa bakınıyoruz.
Öbek öbek büyük ve taze dışkılarla kocaman ayak izleri... Fillerin yakınımızda bulunduğunun göstergeleri...
Mihmandar, bunlara eliyle işaret ederken, biraz daha gerilip dikkat kesiliyoruz.
Hepimizin ellerinde fotoğraf makineleri, yeşilliklerin, ağaçların arasını tarıyoruz gözlerimizle.
Ve bir sessiz çığlık:
“İşte oradalar!”
İki büyük, iki küçük çöl fili...
Ana, baba ve yavrular mı?..
Ağaçların dallarını kırarak yeşillikleriyle birlikte yiyorlar.
Bizim gibi ‘turist milleti’ne pek öyle aldırdıkları yok. “Fazla kafa ütülemeyin, fotoğraflarınızı çekip toz olun!” dercesine kayıtsız bir halleri var.
Az sonra fillere alışıyoruz.
Her hareketlerini dikkatle izlerken, fısıltılı bir sesle kendi aramızda fillerin ne kadar sempatik olduklarını konuşmaya başlıyoruz.
Gerçekten de öyle.
Ama biraz sonra o kocaman baba fil, bizim kamyona doğru bir bakış atıp, ağır adımlarla bize doğru yürüyüşe geçince iş bir anda değişiyor.
Hele kulaklarını öne arkaya vurarak biraz hızlanınca, aramızda şöyle bir panik havası esiveriyor.
Ufaktan çığlık atanlar da yok değil ama hemen elleriyle ağızlarını kapatıyorlar, ses çıkmasın diye... Şoförümüz ufaktan gaza basıyor, biraz yol alıp tekrar duruyoruz.
Filleri değişik açılardan seyretmeye doyduktan sonra akşam vakti çölde gün batımını izlemek üzere Brandberg’in eteklerine doğru yola çıkıyoruz, tuhaf ama büyüleyici kuş seslerine kulak vererek...
Buralardan dördüncü yazıyı bakalım hangi gün yetiştireceğim, bilemiyorum.
Biraz garibime gitmeye başladı, kaç zamandır hiç siyasetsiz yazı yazmak...
Geçen yaz denizlerden yazarken bile, şöyle ya da böyle bir tutam politika, birazcık da düşünce egzersizi katıyordum yazılara.
Bu sefer hiçbiri yok.
Tam turistik oluyor yazılar...
Ama yine halimden hiç şikâyetçi değilim.
Twitter: @HSNCML