İhaleyi alana bonus olarak gazete ve televizyon kanalı verilmesine son örnekler Akşam gazetesiyle SkyTürk360 oldu. Devletle iş yapma konusunda şanslı olan ve Erdoğan’la uyumlu yayınlar yapan Ciner Grubu da Show TV’yi aldı. Doğuş Grubu da iktidarla uyumu yakaladı.
İhaleler dahil iktidar tarafından kullanılan manivelalarla, Erdoğan’ın seçimleri öncesinde öyle bir medya düzeni dizayn ediliyor ki, ana akımda tek sesli bir tekelcilik büyüdükçe büyüyor. Sadece medya değil, onlarla birlikte ne yazık ki demokrasi de kuşatılıyor.
Demokrasiye aykırı bir ‘medya düzeni’ne karşı çıkanlar, “Erdoğan’ı yıkmayı amaçlayan ve uluslararası kökleri de olan komplonun ajanları” gibi gösteriliyor. Ama demokrasi mücadelesi durmaz. Türkiye gibi bir ülkede demokrasiyi yemeye kimsenin gücü yetmez.
Acı olan, kendileri de bir dönem itibarsızlaştırma kampanyalarına hedef olanların, bugün aynı karalama yöntemlerine itibar etmeleridir. İktidar destekçisi medyada çalışan ve şüphesiz ki bu gerçeğin farkında olan meslektaşlarımın sessizliklerini yadırgıyorum.
İhaleyi kapan, artık gazete ve televizyon da kapıyor.
Şaka gibi!
İktidardan ihaleyi alana bonus olarak gazete ve televizyon kanalı da veriliyor.
Örnekler gitgide çoğalıyor.
Sonuncusu, Akşam gazetesiyle SkyTürk360 televizyonu. Bu ikisine önce işadamı Mehmet Emin Karamehmet’in borçlarına karşılık devlet el koydu. Tepelerine Erdoğan’la AK Parti’nin yakınları getirildi.
Yeni yönetim hiç vakit kaybetmeden temizlik operasyonu başlattı. Akşam’da ve SkyTürk360'ta iktidara mesafeli, iktidardan bağımsız duran, eleştirel ses çıkarabilen gazeteciler kapının önüne konuldu ya da etkisizleştirildi. Kilit noktalara, Tayyip Erdoğan’a adeta biat etmiş olanlar geldi.
Bundan sonra ikinci aşamaya geçildi.
Akşam’la SkyTürk, bu kez iktidardan İstanbul üçüncü havalimanı ihalesini almış olan Kolin-Limak-Cengiz ortaklığına birkaç gün önce satıldı.
Bir başka örnek olarak Ciner Grubu verilebilir. Devletle iş yapma konusunda epeyce şanslı olan bu grup da, sahibi olduğu Habertürk’ün hem gazetesinde, hem televizyon kanalında yayın açısından Tayyip Erdoğan’la uyumlu yönelişler içindeyken, yine bu yakınlarda devletin el koyduğu Show TV’yi de satın aldı.
İhale düzeninde iktidarla öteden beri iyi ilişkiler içinde olmuş Doğuş Grubu’na gelince... Gezi Parkı yüzünden Başbakan Erdoğan’la ciddi gerilim yaşamış olsa da, daha sonra NTV dahil yayın grubunda yürüttüğü geniş tasfiye operasyonuyla iktidarla uyumu yakaladığı söylenebilir.
Örnekler çoğaltılabilir.
İktidar tarafından - ihale dahil - kullanılan manivelalarla, Erdoğan’ın seçimleri öncesinde öyle bir medya düzeni dizayn ediliyor ki, ana akımda tek sesli bir tekelcilik büyüdükçe büyüyor, güçlendikçe güçleniyor.
Çok seslilik, farklılık, çeşitlilik bastırılıyor, çatlak ses istenmiyor. Medya düzeni bunun için kıskaca alınıyor.
Aslında kıskaca alınan yalnız medya değil, demokrasi aynı zamanda. Sadece medya ve gazeteci milleti değil, onlarla birlikte ne yazık ki demokrasi de kuşatılıyor.
Medyada iktidar odaklarıyla uyumlu hareket edenler, bu ‘kuşatma’yı perdelemek isteyenlerle işbirliği içinde davranıyorlar. Ya da bu ‘kuşatma’nın gönüllü taraftarlığını yapıyorlar.
Demokrasiye aykırı böyle bir ‘medya düzeni’ne ifade özgürlüğü açısından karşı çıkanlar, “Tayyip Erdoğan’ı yıkmayı amaçlayan ve uluslararası kökleri de olan komplonun ajanları” gibi gösterilmek isteniyor.
Hiçbir inandırıcılığı yok!
Bu bir dezenformasyon kampanyasıdır. Erdoğan iktidarının anti-demokratik yönelişlerini perdelemeye yönelik bilinçli bir gerçekleri saptırma çabasıdır.
Bu ülkede demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, ifade özgürlüğünü sonuna kadar savunmak isteyenler, bu ülkenin geçmişinde de itibarsızlaştırılmak için böylesine kampanyaların hedefi olmuştur.
Acı olan, - 28 Şubat dönemi dahil - kendileri de bir zamanlar böylesi dezenformasyonların, itibarsızlaştırma kampanyalarının hedefi yapılmış olanların, iktidara gelince aynı karalama yöntemlerine itibar etmeye başlamalarıdır.
Son zamanlarda birçok kez altını çizdiğim gibi, demek ki iktidar böyle bir şey, dönüştürüyor, yozlaştırıyor.
Benim klasik deyişle, ne yazık!
Ama şunu yazın bir kenara:
Demokrasi ve hukuk mücadelesi durmaz. Demokrasinin olmazsa olmazı olan medya ve ifade özgürlüğü bastırılamaz.
Demokrasi ve özgürlükleri kuşatmaya kalkanlar, medya düzeninde dikensiz gül bahçesi yaratmaya çalışanlar, farklılığı ve çeşitliliği hiçe sayanlar tarih önünde her zaman mahkum olmuşlardır.
Şunu herkes iyi bilsin:
Türkiye gibi gelişmiş, farklılaşmış bir ülkede bu saatten sonra asker olsun, sivil olsun demokrasiyi yemeye kimsenin gücü yetmez!
Bir kez daha not düşmek istiyorum.
Medya düzeni kuşatılıyor. İktidarla birlikte hareket eden, gönüllü destekçiliğini yapan ya da iktidar yandaşı medyada çalışan meslektaşlarımın da bu gerçeğin farkında oldukları konusunda en ufak bir kuşkum yok.
Sessiz kalmalarını, kayıtsızlıklarını ya da şu veya bu nedenle olanları görmezden gelmelerini yadırgıyorum.
Şimdi, Türkiye’deki medya düzeni konusunda değerli meslektaşım Yavuz Baydar’ın dün New York Times’da çıkan, Türkiye’de Medya Patronları Demokrasinin Altını Oyuyorlar başlıklı çarpıcı makalesinden bazı bölümlerle yazımı noktalıyorum:
“Şehir merkezi bir muharebe alanına dönmüşken, 24 saat yayın yapan haber kanalları penguen belgeselleri yayınlamayı ya da tartışma programlarına devam etmeyi tercih ettiler. Gezi Parkı’na sadece 200 metre uzakta olan HaberTürk kanalında üç tıp uzmanı, Türkiye’de şizofreni konusunu tartıştı - Türkiye’de gazeteciliğin durumuna çok da uygun bir metafor.
Aslında bunlar yeni değil.
Yıllardır bütün ciddi konularda ve bilhassa Kürt sorununda, gerçekleri örtbas etmek ve haber karartmak büyük haber kuruluşlarının siyaseten işine geliyor. Başbakan Erdoğan ile büyük medya sahiplerinin katılımıyla Ekim 2011’de yapılan terör haberlerinin nasıl işlenmesi gerektiği konulu toplantıdan sonra sindirilen ana-akım televizyon kanalları habercilikte aşırı ihtiyatlı davranmaya başladı.
İki ay sonra, Irak sınırı yakınlarındaki Uludere köyünde 34 Kürt köylü Türk savaş uçakları tarafından bombalanarak öldürüldüğünde, bu kanallar haberi çok etkin bir şekilde sansürlemişti.
Türkiye’de ana-akım medyanın sahipleri, telekomünikasyon, banka ve inşaat gibi ekonominin diğer temel sektörlerinde de yatırımları olan büyük patronlar.
Sadece birkaç büyük televizyon kanalı ve gazetenin kar yapabildiği bu ortamda, patronlar bu işletmeleri, siyasetçilerin iradesine tabi medya yöneticilerine ihtiyacı olan hükümetler için yem olarak tutuyorlar.
Bu durum havuç ve sopa politikaları için verimli bir zemin oluşturuyor.
Bu kadar kirlenmiş bir sistemde ciddi gazetecilik yapmak mümkün değil. Bu çıkar çatışmaları Türkiye’deki büyük haber kuruluşlarının yazı işlerini birer tür açık hava cezaevine çevirdi. Bugün Türkiye’de ekonomik yolsuzluklarla ilgili neredeyse hiçbir haber yapılamıyor.
Dünya, hemen hemen hepsi Kürt olan Türkiye’deki cezaevindeki gazeteciler konusuna odaklanmışken, bizim mesleğimiz bilerek yazı işlerinin bağımsızlığını yok eden, kuşkularını veya eleştirilerini dile getiren gazetecileri işten atan, araştırmacı gazeteciliği engelleyen medya sahipleri tarafından öldürülmekte.
Haber ve yorumların içeriği medya dışında ticari çıkarları olan ve hükümete boyun eğmiş medya patronları tarafından katı bir şekilde kontrol ediliyor. Bazen doğrudan hükümet müdahalesiyle, ama çoğunlukla buna gerek bile duyulmaksızın, günlük olarak oto-sansür uygulanıyor ve temel gazetecilik ahlakını savunan meslektaşlar susturuluyor.
Medya sermayedarları kendi hükümetleri ile ne kadar çok karanlık ilişkilerin içine girerlerse, açgözlülükleri, meslek ahlakına dayalı gazeteciliği o kadar engelliyor ve onların hükümetten hesap sorma kapasitelerini yok ediyor.”
Yavuz Baydar’ın New York Times makalesinden bazı bölümler işte böyle.
İyi pazarlar!
Twitter: @HSNCML