Mehmet Ali, bir yıldır yoksun. Seni gerçekten çok özledim. Keşke bugünlerde aramızda olsaydın. Ortalık haber kaynıyor. Bir su akıyor önümüzden, içinde balıkların fıkır fıkır oynaştığı. Bırak ağ atmayı, şöyle bir kova sallasan abat olursun. Tam senlik bir ortam.
Sevgili İblis, her taraf yazı konusu… Ama bugün ne kadarı yazılabiliyor? Erdoğan iktidarı medyanın üstüne abandıkça abanıyor. Başbakan’ın salı günü gideceği Brüksel seferini birlikte yapsaydık son defa, n’olurdu sanki? Veya beraber Kandil’den canlı yayın projemizi hayata geçirseydik?..
Sevgili İblis, canım kardeşim;
Bir yıldır yoksun.
Seni gerçekten özledim.
Hem dost olarak, hem gazeteci olarak.
Hani derler ya, burnumda tütüyorsun, aynen öyle.
Sabah vakti erken bilgisayarın başına oturdum.
Gri, kurşuni bir hava.
Yağmur çiseliyor.
Çam ağaçlarının arasından yine Boğaz’ı seyrediyorum, etraf sisli.
Çok yakınlarını, özellikle ilerleyen yıllar içinde kaybedince insanın içi daha çok acıyor.
Örsan Öymen’le de, Ercan Arıklı’yla da, Ufuk Güldemir’le de öyle olmuştu, tam bir yıl önce seninle de öyle oldu.
Senin ölümünle de kendimden bir parçanın, bir daha yerine koyulamayacak kıymetli bir parçanın yitip gittiğini fena halde hissettim, hala da hissediyorum.
Sevgili Mehmet Ali;
Bıraktığın boşluk yerli yerinde...
Ve böylesi zamanlarda, hele bir de yetmişine basmışsan, ister istemez hayatı sorgulamaya başlıyorsun.
“Gençken, ölümsüzmüşüz gibi yaşarız.”
Bu cümle son zamanlarda nedense hep elimin altında olan bir romandan:
Pascal Mercier’nin Lizbon’a Gece Treni.
Sen de bilirsin, ‘gazeteci milleti’nin pek öyle dönüp arkasına bakma gibi bir alışkanlığı yoktur. Belki de buna zamanı olmaz.
Ya bir haber atlatacak…
Ya bir yazı kurtaracak…
Gerçek gazeteci için ömür böyle geçer gider. Sürekli manşetlerde dolaşmak, manşetlere tutunarak yaşamak, bizim hayat boyu vazgeçemediğimiz bir tutkudur.
Hele sen hiç durmak bilmedin. Bayrağı her zaman en önde, en yüksekte tutmaya çalışarak -ve tutarak- yıllar yılı haber neredeyse, sen de orada oldun.
Sevgili İblis;
Keşke bugünlerde aramızda olsaydın.
Ortalık haber kaynıyor.
Bir su akıyor önümüzden, içinde balıkların fıkır fıkır oynaştığı. Bırak ağ atmayı, şöyle bir kova sallasan abat olursun.
Tam senlik bir ortam.
Eski zamanlarda IPI Yürütme Kurulu’ndayken, beni en çok Güney Afrikalı bir meslektaşım anlardı. Ben Türkiye’de olup bitenleri anlatmaya başlayınca, “Bir an bile sıkıcı bir zamanınız yok değil mi, ne güzel!” derdi, “Bizde de öyledir.”
Türkiye de hep böyledir.
Sürekli bir tımarhane!
Bir gazeteci için cennet değil midir bu?
Haber bol ama haberleştiren az...
Her taraf haber kaynıyor.
Her taraf yazı konusu…
Ama bugün ne kadarı haberleştiriliyor, ne kadarı yazılabiliyor?..
Bu soru kaç zamandır güncel.
Tayyip Erdoğan iktidarı medyanın üstüne abandıkça abanıyor. Şimdi de ‘internet özgürlüğü’nün kolunu kanadını kırmaya hazırlanıyor.
Gazeteci milleti tam teslim olmuş değil bu iktidar baskısına. Özgürlük alanlarını genişletmek için elinden geleni yapanların sayısı az değil, üstelik her geçen gün baskılara rağmen çoğalıyorlar.
Bilirsin, iyimser bir insanımdır.
Ama şu dönemde bazen daha kötü günlerin kapımızı çalacağına dair düşüncelere kapıldığım oluyor.
Erdoğan tek adam olmak istiyor çünkü...
İşin özeti bu.
‘Yargı’yı da kendine tabi kılmak istiyor.
Bu memlekette demokrasi ve hukukun üstünlüğünden, insan hakları ve özgürlüklerden samimiyetle yana olanları zor günler bekliyor.
Yine bu çerçevede Avrupa Birliği’ni önemseyenlerin şu günlerde diken üstünde olduklarını sana söyleyebilirim.
Haftaya salı günü Brüksel’e gidiyor Başbakan Erdoğan.
İnişli çıkışlı hallerine güven kalmadığı için, “Bir one minute de AB’ye çakarsa ne olur?” sorusu kulislerde, özellikle iş dünyasında tansiyonu şimdiden yükseltmiş durumda…
Keşke sen de olsaydın.
Bir yandan haberciliğin daniskasını yapar, öbür yandan Türkiye’nin Avrupa sularından uzaklaşmasını önlemek için yorumculuğunu konuşturup dururdun.
Bilemiyorum.
Sabah vakti yağmur çiselemeye devam ediyor. Hava puslu. Sis, Boğaz’ın karşı yakasına iyice indi.
Uzaklardan sesin geliyor:
“Hassoo...”
Keşke şu Brüksel seferini birlikte yapsaydık son defa, n’olurdu sanki?..
Bütün gün haber peşinde koşturur, gece vakti gelince de, hep yaptığımız gibi, ‘gazeteci milleti’yle Brüksel’in o keyifli bohemine dalar giderdik.
Ne de güzel günlerdi.
Ama hayat böyle.
Bir varız bir yokuz!
Ölüm de hayatın bir gerçeği.
Romanın bir yerinde, Lizbon’da Gece Treni’nde diyor ki:
“Ciddi olarak ölümsüz olmayı arzulayan var mı?”
Devam ediyor:
“Kim sonsuza kadar yaşamak ister?
Şunu bilmek ne kadar sıkıcı ve yavan olurdu: Bugün neler olduğunun hiç önemi yok, bu ay, bu yıl: Daha sonsuz gün, ay ve yıl var. Sayılamayacak kadar çok, kelimenin tam anlamıyla.
Böyle olsaydı eğer, başka bir şeyin anlamı kalır mıydı?
Artık zamanı hesap etmemize gerek kalmazdı, hiçbir şeyi kaçırmazdık, acele etmemizin anlamı olmazdı. Bir şeyi bugün ya da yarın yapmamız fark etmezdi, hiç fark etmezdi. (…) Çünkü telafi etmek için zaman hep kalırdı.
Bu ölümsüzlük cenneti cehennem olurdu.” (s. 161-162)
Sevgili Mehmet Ali;
Yaşlanıyorum galiba, lafı uzatıyorum.
Şimdi aklıma geldi.
Ortak bir projemiz vardı.
Hatırladın mı?..
Birlikte Kandil’e çıkacaktık.
Üstelik canlı yayın yapmayı planlıyorduk Kandil’den…
Maalesef olmadı.
Bu heyecan verici gazetecilik macerasını birlikte yaşayamadık.
Olsun, n’apalım?..
Ama bu mesleği de, bu hayatı da dolu dolu güzel yaşadık diyebiliyoruz herhalde...
Bak, yine o romandan:
“Yazdıklarının gerçeğe dönüşmesini sağlayabilmeyi çok isterdi.”
Sevgili İblis;
Söyle bakalım, bizim yazdıklarımız ne zaman gerçek olacak?
Rahat uyu Mehmet Ali, emin ol seni çok özledim.
Twitter: @HSNCML