1980’lerin ilk yılları. Türkiye, 12 Eylül askeri yönetimini yaşıyor. Cumhuriyet’in genel yayın müdürüyüm. Washington’a öfkeliyiz, darbeyi desteklediği için... O tarihlerde Amerika’nın İstanbul’da iyi Türkçe konuşan bir Başkonsolosu vardı, Daniel Newberry. Ne zaman karşılaşsak, demokrasiden değil darbeden yana tavır aldığı için Amerikan yönetimini eleştirince, ondan hep aynı yanıtı alırdım: “Yavaş yavaş Hasan Bey, yavaş yavaş.” Ve eklerdi: “Demokrasi zaman alıyor, sabır istiyor.” Geriye dönüp bakıyorum. 12 Eylül’den bu yana tam 35 yıl. Hâlâ demokrasi derdindeyiz. Yavaş yavaş iyi de, biraz fazla yavaş değil mi?
Sandıkta kazanan partiler, ‘çoğunluk’la her şeyin yapılacağına inandıkları için, demokrasiyi, hukuk devletini hiçe saymaya devam ediyor. Türkiye realitesi bu
Serbest seçimler yapılıyor ama sandıkta çoğunluğu kazanan iktidar partileri, ‘çoğunluk’la her şeyin yapılacağına -bugün olduğu gibi- inandıkları için, demokrasi ve hukuk devletini hiçe saymaya devam ediyorlar. Türkiye realitesi bu. Evet, Türkiye zor bir ülke. Ama neden?.. Bir noktayı özellikle vurgulamak lazım. Cumhuriyet kurulurken, ülkenin başından aşağı ‘deli gömleği’ni andıran daracık bir elbise giydirdik. Hiç pay bırakmadık. Bunun adı batılılaşma, modernleşme idi.
Müslümanlara “Artık Kürt yok, Arap yok, Çerkes yok, bundan böyle hepiniz Türksünüz” dedik. Dini devlet kontrolüne aldık. Müslümanlara neyi yapıp neyi yapmayacaklarını emrettik. İnanç alanına giren her şeye karıştık. Tarikatları yasakladık. Aleviliği yok saydık. Ezanı Türkçe okuttuk. Giyim kuşama nizam verdik. Türklüğü de, dini de Kemalist anlayışımıza göre tarif ettik. Kökleri Osmanlı’ya, Tanzimat’a, İttihat Terakki’ye giden ‘batılılaşma projesi’ni devlet zoruyla, ‘askerin sopası’yla uygulamaya çalıştık. Kemalizm buydu. Askeri vesayet dediğimiz buydu.
Bu ‘deli gömleği’ni andıran giysi orasından burasından attıkça, sopa gösterdik. Dersim kıyımını yaşadık. Kaç tane Kürt isyanı yaşadık. İdam sehpaları kurduk. Askeri darbeler yaptık. Birinci sınıf demokrasiyi hep elimizin tersiyle ittik. Hazır değiliz dedik. Coğrafyamız müsait değil dedik. Kürtler ülkeyi böler dedik. İrtica gelir dedik. Demokrasiden sürekli kaçtık. Seçilmiş siyasal iktidarlar, askeri vesayet karşısında hep boynu bükük durdular. Birinci sınıf demokrasinin yolunu açacak, Kürt sorunu gibi yakıcı sorunlara el atmadılar, ‘asker tekeli’ne bıraktılar bu meseleleri. Yine seçilmiş siyasal iktidarlar, din ve inançlara saygılı laiklik konusunda da kıllarını kıpırdatmadılar, ‘asker korkusu’yla... Sonuç, bir uçtan öbürüne savrulmak oldu.
Seçimle gelenler asker karşısında boynu bükük durmak yerine temel sorunları çözüm rayına oturtsaydı... Türkiye bugün ‘askeri vesayet’ten ‘sivil despotluğa’ savrulmazdı
Bir yandan 29. Kürt isyanı olan PKK sahneye çıktı. Öbür yandan yıllar yılı devlet tarafından dışlanan ve Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren şu ya da bu şekilde devlet baskısı altında yaşayan dindar-muhafazakâr-İslamcı kitleler farklı sularda iktidar talebiyle hareketlendi. Bu büyük kitle, ‘batılılaşma’yı tersine çevirmek isteyen, ‘batı’dan hiç hoşlanmayan, hatta nefret eden, demokrasiden hazzetmeyen, farklı hayat tarzlarını sevmeyen, yüzünü doğu’ya, İslam âlemine çevirmekten yana olan muhafazakâr-İslamcı siyasal güçler tarafından, siyaset sahnesine taşınmaya başladı. Askeri vesayet ve darbeler bu iki süreci, yani Kürtler ile İslamcıların bu yürüyüşünü durduramadı. Tam tersine güçlendirdi. Darbeler yerine, asker sopası yerine, Türkiye eğer demokratikleşme yolunu seçseydi... Seçimle gelen iktidarlar, asker karşısında boynu bükük durmak yerine, Kürt sorunu dâhil temel sorunları çözüm rayına oturtsaydı... Türkiye bugün bir uçtan öbür uca doğru, yani ‘askeri vesayet’ten Tayyip Erdoğan’ın Batı’yla demokrasiden zerre kadar hazzetmediği sivil despotluk düzenine doğru savrulmazdı. Bir zamanlar Menderes’ler, Demirel’ler, Ecevit’ler, Özal’lar eğer askeri vesayeti aşıp, askere yeter artık deyip demokrasinin gereklerini yerine getirebilmiş olsalardı, Türkiye bugünkü “Saray’daki Sultan düzeni”ne, bir uçtan öbürüne savrulmuş olmaz, demokratik hukuk devletinin istikrarlı sularında seyrederdi.
Son derece güç bir ülkemiz var. Tımarhane gibi... Demokrasi korkusu ve sivil siyaset erbabının vizyonsuzluğu getirdi bizi buraya. Ama bu kaderimiz değil
Mitterand’ı anımsıyorum. Fransız Sosyalist Partisi lideri, 1980’lerin başında Fransa Cumhurbaşkanı seçildiğinde şöyle demişti: “Fransa, birliğini bugüne kadar sıkı merkeziyetçilikle korudu. Ama artık birliğini ancak ademi merkeziyetçilikle, güçlü merkezi devlet yerine, güçlü yerel yönetimlerle koruyabilir.” Sosyalist Cumhurbaşkanı, ülkesinin birliğini Avrupa Birliği çerçevesinde demokrasinin gereklerini yerine getirerek korumaya yöneldi. Bizde ise tam tersi yapıldı. Demokrasi korkusu her yapılan işe damgasını vurdu. Bunun sonuçlarını görüyoruz. Demokrasi ve hukuk devleti gitgide uzaklarda kalıyor. Evet, Türkiye realitesi... Son derece güç bir ülkemiz var. Tımarhane gibi... Kuruluşta yapılan hatalar, sonrasının demokrasi korkusu ve sivil siyaset erbabının vizyonsuzluğu getirdi bizi buraya. Ama bu realite kaderimiz değil. Türkiye’nin alınyazısı bu değil. Demokrasi mücadelesi, hukuk mücadelesi, özgürlük mücadelesi devam edecek bu ülkede. Ahmet Altan’ın son yazısında dediği gibi:
“Mücadele etmenin tadını çıkartın”
AKP’ye, sahanın boş olmadığını göstermelisiniz. Mücadele etmenin tadını çıkartın. Şu anda hissettiğiniz yılgınlık, sadece yenilgiden gelmiyor, içinizde bu yenilgiyle mücadele edecek gücü ve cesareti bulamamanızdan geliyor. Neden korkuyorsunuz? Bu ülkenin dağları, denizleri, ovaları, hapishaneleri sizin. Biraz mücadele etmenin, zorbalara karşı “hakkı” savunmanın, tehlikeyi hissetmenin hazzını öğrenin… O küçücük korku dolu hayatların duvarlarını yıkma fırsatını veriyor hayat size. “Onların orduları, polisleri, yargıçları, savcıları, medyaları, kasalara doldurdukları paraları vardı ama biz haklıydık, sonuna kadar mücadele edip kazandık oğlum” diye anlatacağınız günlerin gururunu şöyle bir içinizde hissedin. Silkinin, korkmayın!