Sözcüklerin kuşlar gibi özgürce uçuştukları zamanlar yitip gidiyor mu? Sözcükler artık özgürlüklerini kazanamayacak mı? Özgürlüklerin hasretini daha uzun yıllar çekecek miyiz? Bilemiyorum. Ama epeyce karamsarım. Geçen günkü yazımı, demokrasiler ölüyor mu, ölüyorsa neden diye noktalamıştım. Bu çerçevede, diktatörlük isteyerek yüzde 55 oyla seçim sandığından çıkan Brezilya'nın yeni devlet başkanını örnek olarak vermiştim. Şimdi dikkatler Almanya'ya dönmüş durumda. Son 13 yıldır başbakanlık koltuğunda oturan 64 yaşındaki muhafazakar lider Angela Merkel siyasete veda edeceğini açıkladı. Almanya ve Avrupa Birliği'nde demokrasi ile istikrar açısından hayra alamet bir gelişme değil. Merkel yalnız Almanya değil, Avrupa Birliği için de son derece önemli bir liderdi. Sahneden çekilmesiyle birlikte hem Almanya hem AB'de bir liderlik boşluğu oluşabilecek. Vurgulanması gereken bir nokta da şu: İkinci Dünya Savaşı sonrasında Almanya'da siyasal istikrar ve refahın kapısını açmış olan iki partili sistem noktalanıyor. Bir yanda muhafazakar CDU ve CSU, diğer yanda özellikle sosyal demokrat SPD hem seçim sandığında eriyorlar hem de yaşadıkları kimlik krizi nedeniyle büyük bir çöküş süreci içindeler. Yükselişte olanlara gelince... Sağ ve soldaki radikaller ya da popülistler, Avrupa'nın birçok ülkesinde olduğu gibi Almanya'da da siyasetin merkezinde meydana gelen boşluğu doldurmaya başladılar. Bunların başında demokrasiyi hiç sevmeyen, göçmen düşmanı, yabancı düşmanı ve ırkçı Almanya İçin Alternatif (AfD) partisi var. Birçok Avrupa Birliği ülkesinde olduğu gibi Almanya'da da siyasal ve ekonomik elitler özellikle 2008 finans krizi ve mülteciler sorunuyla birlikte inandırıcılıklarını yitirmeye başladı. Siyaset sınıfı çözüm üretme ve kitlelere güven verme konusunda, -günlük deyişle, çuvallamaya başladı. Liberal demokrasi bütün Avrupa'da olduğu gibi Almanya'da da elit karşıtı dalgalar karşısında her geçen gün geriliyor. Bu durumu popülist karşı devrim diye niteleyenler de var, (Martin Wolf, The Price of Populism, FTWeekend, 27/28 Ekim 2018) Bu 'karşı devrim'e dönük çarenin 'reformlar'dan geçtiğini savunanlar, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında olduğu gibi ekonomide hızlı büyümenin, eşitsizlikleri azaltan sosyal refahın, hukuk devleti, sağlık ve eğitim gibi alanlarda kaydedilen iyileşmelerin altını çiziyorlar. Ama iyimserlik nereye kadar? Demokrasinin geleceğine ilişkin ne ölçüde umut besleniyor? Bu sorulara ilişkin yanıtlar parlak değil, yorumlar aydınlıktan çok karanlığa, belirsizliğe işaret ediyor. Bu açıdan, Batı'da yeni çıkmış dört kitabın sadece isimleri bile bir fikir verebilir:
Batı'nın İnişi... Batı'nın Sonu mu? Batı'nın İntiharı... Batı Kaybetti mi?
Kitaplardan birinin yazarı, Joschka Fischer, Alman Yeşiller Partisi'nin eski lideri ve Almanya eski dışişleri bakanlarından. Kitabı, Batı'nın İnişi (Der Abstieg des Westens) adını taşıyor. Kitabında Fischer, Çin'in jeopolitik yükselişiyle Amerika'nın inişini ve AB'nin zayıflık ve belirsizliklerinin üzerinde duruyor.
Bir başka kitabın adı, Batı'nın Sonu mu? (Zerbricht der Westen?). Alman tarihçi Heinrich August Winkler kitabında, son dört yıl içinde Batı'nın ama özellikle Avrupa Birliği'nin insan hakları, hukuk devleti, laiklik, temsili demokrasi, güçler ayrılığı ve sivil toplumdan oluşan temellerini nasıl tehlikeye atmış olduğunu anlatıyor. Macaristan ve Polonya'da demokrasi karşıtı popülist (illiberal) rejimlerin yükselişinden, İsveç, Finlandiya ve Almanya'da neo-milliyetçiliğin sahneye çıkışından, Britanya'da Bretix oylaması ile ABD'de Trump'dan söz ediyor. Sonuç olarak geldiği nokta o kadar karamsar sayılmaz. Batı'nın geleceği belirsiz olmakla birlikte, şimdiden her şey bitti demenin de erken olduğunu belirtiyor.
Üçüncü kitaba gelince... Amerikalı muhafazakar bir entelektüel olan Jonah Goldberg'in Batı'ya nasıl karanlık baktığını kitabının adı ele veriyor: Batı'nın İntiharı (Suicide of the West).
Dördüncü kitap Batı Kaybetti mi? (Has the West Lost It?) adını taşıyor. Kitabın yazarı Kishore Mahbubani, Singapur'un Birleşmiş Milletler nezdindeki eski temsilcisi. Kitabında özellikle Batı'yla Çin'i mukayese ediyor. Bir demokrasi olmayan Çin'in ekonomik alanda gerçekleştirdiği başarıları Batı'nın karşısına getirip koyuyor ve bunu büyük bir meydan okuma olarak görüyor. Ancak Batı'nın Doğu karşısında kendini toparlamasının dünyanın iyiliğine olacağını, bunun da mümkün olduğunu söylüyor.
Kısacası: Demokrasi penceresinden bakınca, dünyanın, özellikle Avrupa'nın halleri parlak değil. Görünen o ki, sözcüklerin kuşlar gibi özgürce uçuştukları zamanlar parmaklarımızın arasından hızla kaybolup gidiyor. Hazin.