İki gündür bir büyük acının, bir anne ve babanın başına gelebilecek en korkunç felaketin tanıklığını yapıyoruz. Pazar günü evlerinde, pazartesi de camide derin acılarını paylaşmaya çalıştık. Berna ve Mesut Yılmaz'a, sevgili Hasan'a başsağlığı dilerken, uzun yıllar bir film şeridi gibi gözümün önünde geçti gitti. Taziye evinde, cami avlusunda etraf sanki bir film setiydi. Özellikle 1980'lerin başından itibaren sahneye çıkan siyasetçiler... Medya patronları... Müteahhitler... İş alemi... Gazeteci milletinin haber dünyası... Hepimiz oralardaydık. Gazeteci olarak çoğuyla yıllar yılı ne kadar iç içe yaşamış, hepsini ne kadar yakın takipte tutmaya çalışmıştım. 1980'leri, 1990'ları birlikte yaşamıştık. Pek öyle uzun sürmeyen iyimserlik dönemleri... Başarılar, başarısızlıklar... Ve hayal kırıklıkları... Hatıralar dipsiz bir kuyudan çıktıkça, içim fena halde acıdı. Ayrıca hepimiz yaşlanmıştık. Mazi, hepimizin derinleşen yüz çizgilerinde kendini belli ediyordu. Hayat, işte geçip gidiyor! Mesut Yılmaz'ı 12 Eylül sonrası ANAP'ın kuruluşuyla birlikte tanımıştım. 1983'te Başbakan Özal hükümetinin önce sözcüsü olmuştu; sonra kültür ve turizm ile dışişleri bakanlıklarını üstlenmişti. O zamanlar ben de Cumhuriyet'in genel yayın yönetmeniydim. Hakkında çok yazmıştım Yılmaz'ın. Bazen kızdırmış, bazen de iyi destek vermiştim kendisine... Ankara'da, Çankaya'nın Nenehatun sokağında Yılmazların evi gözümün önüne geliyor. Sevgili Yavuz'la Hasan bacak arasında dolaşan güzel, sempatik çocuklardı. Hayat bazen ne kadar da acımasız olabiliyor. Allah kimseye evlat acısı vermesin.
Galiba pek ders almıyoruz, siyaseti hep kaş göz çıkararak yapıyoruz.
Evet, etraf sanki bir film seti. Yüzlere bakarken düşünüyorum. Belki de geçen yıllar insan ilişkilerindeki köşeleri törpülüyor, yumuşatıyor. Belki de hayat tecrübesi dediğimiz bu... Ama bundan ne kadar ders çıkarabiliyoruz ki?.. Özellikle siyasette... Galiba pek ders almıyoruz. Siyaseti hep kaş göz çıkararak yapıyoruz. Shakespeare’in bir sözü vardır: “Bütün dünler, bugünleri aydınlatan fenerlerdir.” Anlaşılan o ki, bizim güncel siyasette işler böyle yürümüyor. Hoşgörü, tahammül, diyalog, uzlaşma... Yıllar geçti, bu açılardan taşları bir türlü yerli yerine oturtamadık. Ne yazık! Seyrediyorum. Büyük acının yaşandığı cami avlusunda siyasal liderler, sevgili Yavuz'un cenazesinin önünde saf tutmuş. Cumhurbaşkanı Erdoğan herkesin tek tek elini sıkıyor. Bir istisnası var: Kılıçdaroğlu'nu pas geçiyor, CHP liderinin elini sıkmıyor. 1950'lerde İnönü'yle Bayar, Menderes el sıkışmazdı. 1960'larda, 1970'lerde Demirel'le Ecevit el sıkışmadılar. 1980'lerde sıra Özal'la Demirel'e geldi. 1990'larda da Çiller'le Yılmaz'a... Bugün de sahnede Erdoğan'la Kılıçdaroğlu var. Ama şimdi asıl suç Erdoğan'da, demokrasi ve hukuku boşlayarak çatışmayı siyaset aracı olarak seçen AKP liderinde... Kusuru bakmayın. Bu yazı da bende yer etmiş mesleki deformasyonu yansıtıyor. Taziye evinden, cami avlusundan, yani acıların üzerinden bir anda siyasete kayıverdi kalemim... Hoş görün. Başta Berna ve Mesut Yılmaz'a, Hasan'a ve Yavuz'un bütün sevenlerine başsağlığı diliyorum, derin acılarını bir kez daha paylaşıyorum. Hepsine Allah kolaylık versin.