Günlüğüm sayfaları arasında dolaşıyorum.Viyana, 9 Şubat 2019 Sokağın adını görünce hemen saptım, etrafa bakına bakına yürümeye başladım. Karl-Popper-Strasse... Popper'in Açık Toplum ve Düşmanları kitabı ve de Popper'le Wittgenstein'ınCambridge Üniversitesi'ndeki kavgasıaklıma geliyor.
Tarih, 25 Ekim 1946. İkinci Dünya Savaşı yeni bitmiş. Yirminci yüzyıla damgalarını vuran Avusturyalı iki büyük filozof, Wittgenstein'la Popper, Cambridge Üniversitesi'ndeki bir bilim kulübünde karşı karşıya gelirler. 1930'larda Hitler cehenneminden kaçıp İngiltere'ye sığınmış ikisi de. Tartışmayı yöneten bir başka büyük filozof, Bertrand Russell şöyle der:
Wittgenstein, zeki insanlarla konuşarak aklını orospulaştırdığını söyledi. Ben de ona deli olduğunu söyledim. O da bana, Allah beni aklı başında olmaktan koruyor diye yanıt verdi. Eminim, en geç Şubat ayı içinde intihar edecek Wittgenstein...
Tartışma sorularından biri şu:Filozoflar siyasetle uğraşmalı mı? Bu soruya Russell'la Popper'ın yanıtı evet olur. Wittgenstein aynı kanıda değildir. Ayrıca Popper'la felsefeye bakış açıları farklıdır. Popper, felsefenin daha ciddiye alınmasını savunur.
Wittgenstein ise felsefede gerçek problemlerin değil, sadece dile ilişkin bilmecelerin varlığından söz eder. Fikir savaşları içinde yaşayan iki filozof da birbirini felsefenin düşmanları olarak görür.
Viyana sokaklarında avare avare yürüyorum. Mahler'in 5. Senfonisi kulağıma çalınıyor. Bir köşede Mozart'la burun buruna geliyorum. Freud'un, Klimt'le Schiele'nin ruhları volta atıyor. Şakır şakır yağmur. Otel odama sığınıyorum. Dışarıdan sesler... Pencereyi açıyorum: Trampet sesleri... Pat pat adımlar... Kaz adımları...Hepsinin ellerinde birer bayrak, tek tip giyinmiş bir kalabalık... Sloganlar atarak bando mızıka pat pat kaz adımlarıyla otelin önünden geçip gidiyorlar. Resepsiyona soruyorum kim bunlar diye, yanıt kayıtsız bir ses tonuyla geliyor:
Neo-Naziler...Her hafta hükümeti protesto yürüyüşü yaparlar, Başbakanlığın önünde bağırıp çağırıp dağılırlar.
İçim daralıyor.
Günlüğüm sayfaları arasında dolaşıyorumİstanbul, 23 Eylül 2018
Hiçbir şey sonsuza kadar sürmez. Demokrasi de gün gelecek tarihin sayfaları arasına gömülecek.Güçler ayrılığı, yargı bağımsızlığı, özgür medya demek olan liberal demokrasi bugün orta yaş krizini yaşıyor, perişan halde. Demokrasiye daha iyi bir alternatif var mı? Churhill 1947'de, "Demokrasi en kötü yönetim biçimidir" der, ama hemen arkasından,"Bugüne kadar denenmiş bütün yönetim şekilleri hariç olmak şartıyla..." diye ekler. Batı demokrasisi yaşamakta olduğu"orta yaş krizi"ni aşacak!
Bu satırlar benim değil, elimin altındaki bir kitaptan aldım. Adı, Demokrasi Nasıl Sona Eriyor (How Democracy Ends). Yazarı, David Runciman, Cambridge Üniversitesi'nden bir siyaset bilimi profesörü.
Askeri darbelerin artık geçmişte kaldığının altını çiziyor. Askeri darbelerin yerini, günümüzde seçim sandığından çıkan sivil darbelerin aldığına işaret ediyor. Verdiği örnekler arasında Türkiye'yle Erdoğan da var. Kitapta uzun uzun demokrasiye dairalternatifler anlatılıyor, tartışılıyor. Çin modeli bu çerçevede yerini alıyor. Yükselen popülist milliyetçiliği besleyen kaynaklar da büyüteç altında. Kitapta şu noktalara dikkat çekiliyor: İkinci Dünya Savaşı'nı izleyen 40 yıllık Soğuk Savaş döneminde liberal demokrasinin en iyi zamanlarını yaşadığı... Çünkü kapitalizmin istikrarlı bir ekonomik büyümeylehayat standartlarını yükselttiği... Refah devletine kapıyı açtığı... Sağlık, eğitim, sosyal adalet gibi alanlarda gelişme sağladığı... Böylece, siyasal elitlerin dekitleler nezdinde güven kazandığı... Bunlar belirtiliyor kitapta. Günümüzde ise, özellikle son 20 yılda, bütün bu alanlarda geriye gidişin yaşandığını, bunun da liberal demokrasileri fena halde gerilettiğini, kitlelerin gözünde çekiciliğine darbe indirdiğini söylüyor, Cambridge'li siyaset bilimi hocası... David Runciman'ın kitabını okurken, genellikle yanıtsız birçok soru uçuştu kafamda...19. yüzyılla 20. yüzyılın başlarındakivahşi kapitalizm ve milliyetçilik dönemini düşündüm. Bu dönemin insanlığın başına sardığı korkunç felaketleri anımsadım.
Birinci Dünya Savaşı... Lenin... Stalin...Mussolini... Büyük Ekonomik Buhran...Hitler... İspanya İç Savaşı, Franko... İkinci Dünya Savaşı... Holokost...Mao...Pol Pot... Sovyetler'deki, Doğu Avrupa'daki totaliter rejimler...
Acaba küresel kapitalizm kendini yeniden toparlayabilir mi? İşsizliğe, yoksulluğa ve eşitsizliklere çözümler üretebilir mi?Ya da küresel kapitalizme alternatif yeni bir model, sol-sosyalistbir model sahneye çıkabilir mi? Batı'nın demokrasi projesindeki "Amerika-Avrupa ittifakı"yla Soğuk Savaş sonrasında kırk yıllık demokrasi dönemi açılmıştı. Bu da 1989'da Berlin Duvarı ve 1991'de Sovyetler Birliği'nin yıkılmasını getirmişti. Sonraki 20 yıl boyunca tarihin sonu çığlıklarıyla liberal demokrasinin zafer sarhoşluğu yaşanacaktı.
Ama bu zafer sarhoşluğu öyle uzun sürmedi. Amerika'da patlayan 2008 mali krizi ile birlikte küresel kapitalizmin çöküş hâlleri gözler önüne serildi. Şimdi durum şu: Dünyada bir şeylerin çökmekte olduğu anlaşılıyor ama yarın neyin geleceği henüz bilinemiyor. Küresel kapitalizmin ekonomik ve siyasal elitleridoymak bilmeyen açgözlülük ve kibirleriyle sınıfta çaktılar. Trump böyle kazandı! Avrupa'da milliyetçilik ve popülizm böyle sahne almaya başladı. Irkçı, yabancı düşmanı, Müslüman düşmanı, farklılıklardan hiç hazzetmeyen, demokrasiyi sevmeyen karşı-devrimci siyasal akımlar Avrupa Birliği'nin sınırları içinde böyle güçlendiler, hatta iktidara tırmandılar.
Saudade... Portekizce bir sözcük... Melankoli ve nostalji peşinde koşma hissi anlamına geliyormuş... Benim bugünlerdeki hissiyatımı yansıtan bir sözcük... 2019 yılı Şubat ayının bu soğuk sisli günlerinde Trieste'den Viyana'ya dolaşırken, kendimi sadece zaman tünelinde bulmuyorum. Aynı zamanda tarihi yaşarken yakalamak gibi bir duygu kımıldıyor içimde... İkinci Dünya Savaşı sonrasında Hitler-Stalin cehenneminden kurtulan Orta Avrupa'da bugün yeniden kaz adımları, trampet sesleri duyuluyor. Acıklı mı, korkunç mu? Ayrıca, bu ürkütücü sesler sadece Viyana'da değil, 2018'in ilk aylarında dolaştığım Orta Avrupa'da, Varşova'da, Krakow'da, Prag'da da, hatta Almanya'sından Fransa'sına, Hollanda'sından İtalya'sına, Avusturya'sına, Bretix Britanya'sına kadar her yerde kulakları tırmalamakta... Daha vahimi, bu sesler sadece kulaklara çalınmıyor. Bu seslerin temsil ettiği demokrasi düşmanı, milliyetçi, yabancı düşmanı, ırkçı akımlar artık sadece muhalefette değil, iktidar koltuklarında da güç kazanıyorlar. Bugün Avrupa, Orta Avrupa başka sulara savruluyor gibi... İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa'sında esen ve Avrupa Birliği çerçevesinde kurumlaşan liberal demokrasi, hukuk ve özgürlük havası bugün Doğu'dan gelen rüzgarlartarafından epeyce kırılmış durumda...
Günlüğümün sayfaları arasında dolaşıyorum. Gökova, 10 Ağustos 2020Geçen ay New York'ta çıkmış bir kitap.Kindle'a tıklar tıklamaz tekneye,bulutların üstünden elimin altına iniyor.
TWILIGHT of DEMOCRACY.
Türkçesi: Demokrasinin Alacakaranlığı. Konusu:Demokrasilerin dünyada özellikleson çeyrek yüzyılda kaybettikleri zemin.Kitabın yazarı, Doğu Avrupa'yı iyi bilen, kocası Polonyalı olan (Polonya Dışişleri Bakanlığı da yapmış)Amerikalı bir kadıngazeteci:Anne Applebaum.Otoriter rejimlerin, diktacı eğilimlerin,yabancı düşmanlığıyla ırkçılığın Trump Amerikası'nda, Avrupa'da,Polonya ve Macaristan'da nasıl sinsi sinsi ilerlediğini,liberal demokrasileri nasıl aşağı doğruçekildiğini anlatıyor kitabında...Okuduklarım çok aşina. Türkiye de kaç zamandır böyle bir karanlık süreçte yol alıyor. Kitabın Macaristan ve Polonyabölümlerini okurken bazı satırların altını çiziyorum.
Tek adam...Tek adam devleti...Tek parti devleti...Tek parti yargısı...Tek parti medyası...Tek parti akademiyası...
Rüşvet ve yolsuzluğun olağanlaştığı,liyakat sisteminden uzaklaşıldığı, işin ehline verilmediği bir devlet düzeninin yerleştirildiği...Özellikle Macaristan'da, Victor Orban'ın kendi ailesinin, kuzenlerinin, arkadaş çevresinin sürekli korunması,kollanması, -Avrupa Birliği fonları da kullanılarak- zenginleştirilmesi...
Vergi sopası ile, korkutma ve sindirme ile tek adama biat edenbir iş dünyası yaratılması...Seçimle, halkın oyuyla gelen organlarda, özellikle muhalefetin kazandığı belediyelerdehakların sistemli biçimde gasp edilmesi...Muhalif belediye başkanlarınakara çalma kampanyaları... Macaristan'da bir muhalefet partisinin seçim kazanmasını neredeyseimkansızlaştıran bir sistem kurulması...Muhalefeti sindirmek için sürekli yeni düşmanlar bulunması ve onlarla savaşılması..."Düşmanlar"a gelince...Soros'lar, Yahudi komploları,liberaller, sol entelektüeller...Avrupa Birliği'yle, dış düşmanlar ve yabancı elitler eliyle Polonya'nın, özellikle Macaristan'ın kendi gerçek kimliklerinden, kendi gerçek tarihlerinden uzaklaştırılmasına dönük yalanların beslenmesi...Yabancı düşman edebiyatıylatoplumsal ve siyasal kutuplaşmanınkörüklenmesi, keskinleştirilmesi...
Anne Applebaum'ın demokrasi üstünekitabını okurken, sanki Erdoğan Türkiyesi'ni okuyorum. (T24, 10 Ağustos 2020)
Demokrasi Notları'nın dördüncüsü yarına...
Demokrasi Notları 1 | Azledin Trump'ı, o bir Başkan değil bir haydut! Demokrasi Notları 2 | Harvard'lı iki profesör soruyor: Bizim demokrasi de tehlike altında mı? |