Erdoğan, anlaşılan o ki, polis gazından kaçanlara Divan Oteli'nin kapılarını kapatmayan Koç Grubu’nun canını acıtmak istiyor. Koç’un üzerinden büyük iş dünyasına da gözdağı veriyor. Erdoğan'ın, seçimler öncesinde, medya gibi büyük iş alemini de kuşatma peşinde olduğu anlaşılıyor.
İş dünyasının, Türkiye’nin sorunlarına demokrasi penceresinden bakmaktan başka çaresi yoktur. Bunu neden mi vurguluyorum? İş dünyası, iktidar rüzgârı sert estiğinde eğilir. Oysa bu rüzgârlar demokrasinin kolunu kanadını da kırar, ekonomik istikrarı da etkiler. Şimdi bu süreç işliyor.
TÜPRAŞ, Türkiye’nin en büyüğü. Aygaz ve Opet’le birlikte üçü de Koç Grubu’nun.
Çarşamba sabahı erken saatlerde Maliye Bakanlığı ve polis ekipleri, Koç Grubu’nun bu büyük üçlüsünde inceleme başlattılar.
Bununla birlikte baskın mı değil mi, rutin mi değil mi tartışmaları uç verdi.
Resmi açıklamalara bakılırsa, yapılan rutin bir inceleme, baskın söz konusu değil.
Öyle mi?
Ben şöyle düşünüyorum:
Eğer gerçekten her zamanki rutin incelemelerden biri olsa, kimsenin ruhu bile duymazdı.
Oysa Çarşamba sabahı her şey öylesine bir ‘şov’la başladı ki TÜPRAŞ’ta, rutin vurgulu resmi açıklamaların herhangi bir inandırıcılığı kalmadı.
Sabah vakti erken...
Maliye ekipleri...
Polisler...
Medyaya haberin verilişi...
Sonra internette şok baskın diye bir anda yayılan o reyting müptelası haberler...
Arkasından da, TÜPRAŞ ve Koç Grubu hisseleriyle ilgili olarak borsada gözlenen düşüşler...
Kısacası:
Bu zincirin halkaları, yaşananların rutin değil, rutin dışı olduğu konusunda herhangi bir soru işareti bırakmıyor.
Peki, neden bütün bunlar?..
Akla hemen Gezi Parkı-Divan Oteli bağlantısı ile seçim kampanyası takılıyor.
Her ikisi de Tayyip Erdoğan’la ilgili.
Başbakan Erdoğan, anlaşılan o ki, polis gazından kaçanlara Divan Oteli'nin kapılarını kapatmayan Koç Grubu’nun canını Gezi'den dolayı acıtmak istiyor.
Aynı zamanda Koç’un üzerinden büyük iş dünyasına, belki de, kendi deyişiyle ‘krema’ya gözdağı veriyor, onlara da sesleniyor:
“Ayağınızı denk alın!”
Bir hedefinden daha söz etmek mümkün Tayyip Erdoğan’ın:
Seçim kampanyası.
Seçmen kitlesine dönüp demek istiyor ki:
“Bakın ben, imtiyazlılara da, kremaya da dokunuyorum. Benim Allah’tan başka kimseden korkum yok.”
Aslında Tayyip Erdoğan korkuyor!
Bundan dolayı da, ne yazık ki, demokrasiden adım adım uzaklaşıyor.
Nilüfer Göle’nin deyişiyle:
Korku demokrasiyi yiyor!
Korkuyor Erdoğan!
Faiz lobisi diyor korkuyor; iç ve dış mihraklar diyor korkuyor; uluslararası komplo diyor korkuyor; beni kimse yiyemez diyor korkuyor.
Bu korkularla Erdoğan kendi etrafında büyük ya da derin bir güvensizlik çemberi oluşturuyor. Böylece etrafı tenhalaşıyor.
Kim bilir belki de, Erdoğan’ın bu ‘iç dünyası’dır, 10 yılın sonunda iyice kendini belli eden ‘tek adamlık’tır, onu demokrasiden adım adım uzaklaştırmaya başlayan...
Çok iyi hatırlıyorum.
Başbakan Erdoğan 2008 yılında da Doğan Grubu’na karşı düğmeye basmıştı, vergi operasyonları ile...
Şimdi de Koç Grubu’na karşı mı?..
Şu rahatça söylenebilir:
Erdoğan’ın özellikle Gezi Parkı sonrası içe ve dışa karşı üstüste yapmaya başladığı çıkışlar, piyasa dışı yaklaşımların ürünüdür.
Sermaye hareketleri pazar ekonomisinde serbesttir. Alan alır, satan satar! Bu işleyişe müdahale başlarsa devlet tarafından, işin rengi değişir.
Para kaçmaya başlar dışarı. İç ve dış yatırımcılar kulaklarının üstüne yatar. İktidar eğer piyasaya müdahale konusunda kantarın topuzunu kaçırırsa, piyasanın işleyişinde türbülanslar yaşanır.
Başbakan Erdoğan, Gezi sonrası ekonomik istikrar açısından son derece olumsuz olan bu gelişmelerin kapısını araladı. Bu açıdan TÜPRAŞ operasyonu zincirin yeni bir halkasıdır.
Şu da rahatça söylenebilir:
Başbakan Erdoğan, anlaşılan, medya gibi büyük iş alemini de kuşatmanın peşinde.
Nasıl medyayı kuşatmak aslında demokrasiyi kuşatmaksa, büyük iş dünyasına korku salarak piyasaya müdahale de farklı değildir.
Soru ister istemez akla takılıyor:
Piyasa işleyişine sıkı devlet müdahalesi, örneğin demokrasiden yoksun Çin’de var. Putin’in Rusyası’yla birlikte Şanghay Örgütü’nün temel direği Çin’e mi benzeyeceğiz? Yoksa piyasanın, sermaye hareketlerinin serbest olduğu Avrupa Birliği’nin ipine mi sarılacağız?
Bu soru hepimiz için, ama en başta demokrasi ve hukuk devleti diyenler için yaşamsal bir soru.
Türkiye’nin daha hızlı büyümesi ve kalkınması için, aş ve iş sorunlarını çözüp yaşam kalitesini iyileştirmesi için iki hedefe kilitlenmesi şart:
Barış ve demokrasi!
Bu ikisi de, birinci sınıf demokrasiyle hukuk devletinden geçiyor. Bu ikisi olmadan istikrar olmaz, istikrar olmayınca da gün gelir ekonomiyle birlikte Türkiye de tıkanır.
İş dünyasının Türkiye’nin sorunlarına birinci sınıf demokrasi ve hukuk devleti penceresinden bakmaktan başka çaresi yoktur.
Bu noktayı neden mi vurguluyorum?
İş dünyası, iktidar rüzgârları sert estiğinde eğilir, fırtına geçinceye kadar...
Genel eğilimi budur.
Oysa, bu rüzgârlar demokrasinin kolunu kanadını da kırar, hukuk devleti çıtasını da düşürür, ekonomik istikrarı da olumsuz etkiler.
Şimdi bu süreç işliyor.
Uzun lafın kısası:
Demokrasi konusunda dik durma zamanıdır, ses verme zamanıdır!
Tuluhan Tekelioğlu, meslektaşım.
Son altı yıldır Sabah gazetesinde röportajlar yapıyordu.
İşine son verildi.
Özellikle Gezi Parkı sırasında attığı tweet’lerle başı belaya girdi ve gazetesinden kovuldu.
Dün bana şu mesajı gönderdi:
“Geçen hafta işime son verildi. Nedeni açıklanmadı. Twitter’daki bir haberi rt’lediğim için bu başıma geldi sanıyorum. Fas Kralı’nın Başbakan Erdoğan’ı neden kabul etmediğine dair AFP kaynaklı bir haberi rt’lediğim için gazete yönetiminden bir bakana kadar tepki çekmiştim.
İşimden oldum.
Eleştiri sanki bir ihanet!
Böyle bir dönemden geçiyoruz. 28 Şubat öncesi ve sonrası başörtülü arkadaşlarımın haklı taleplerini savunduğum için de o zamanlar çok tepki toplamıştım.
Demek, o günden beri hiçbir şey değişmemiş... ‘Bana hak gör, sana hak yok!’ olmaz ki. Biz-siz ayrımına inanmıyorum. Ne ben ötekiyim, ne de sen... Benim için Allah sevgisinin ispatı, insanları olduğu gibi sevmektir.”
Twitter: @HSNCML