Evet öyle. Türkiye’nin problemi Erdoğan’dır, nokta! Şunu da not edin lütfen: Bu gerçeğin farkına varanlar sadece AKP’nin tepelerinde değil, kendi yakın çevresinde bile çoğalıyor. Erdoğan sıkıntısı gitgide büyüyor. AKP’de, kapalı kapılar arkasında, Erdoğan’dan nasıl kurtuluruz sorusuyla ilgili ince hesapların bir süredir yapıldığı sır değil. Bu hesapların açığa dökülmesi 7 Haziran’a bağlı. 7 Haziran’da HDP’nin barajı geçmesiyle birlikte Erdoğan problemi çözüm rayına oturacak. Belki daha doğru deyişle: Siyaset meydanında normalleşme kapısı aralanacak. Erdoğan için bu kapının kapalı kalması hayat memat meselesi hâline gelmiş durumda. Gerçeği çoktan beri biliyor: HDP’nin barajı geçmesi, kendisi için sonun başlangıcı olacak. Bu yüzden her Allah’ın günü hukuku ayaklar altına alıyor. Tarhan Erdem’in Radikal’deki güzel yazısında dediği gibi:
AKP’de de, 'Erdoğan’dan nasıl kurtuluruz' sorusuyla ilgili ince hesapların bir süredir yapıldığı sır değil
Fetih Şenliği, tam anlamıyla kanuna karşı hile örneği idi. Başbakan ve Cumhurbaşkanı gizlemeye gerek görmeden kaba seçim konuşması yaptılar. Saklamadan ve sıkılmadan devlet bütçesi ödeneği harcandı. Devlet memur ve işçileri çalıştırıldı. Devlet araçları kullanıldı. Devlet okullarından öğrencilerin katılmaları istendi. Meclis Başkanı Çiçek’in ve İstanbul Valisi’nin tanıklığında, ceza ve seçim kanunlarına göre suç işlendi.
Evet, suç işlendi. Hem de en kaba tarafından, cümle âlemin gözü önünde çiğnendi yasalar. Biliyorum, buna alışanlar var. Erdoğan’ın her Allah’ın günü yasaları çiğnemesini, yargı bağımsızlığını hiçe saymasını olağan karşılayanlar var. Hiç sesleri sedaları çıkmıyor.
Pazar akşamı bunun bir örneğini TRT1’de izledim. Yeni dekore edilmiş, fazlasıyla cafcaflı hâle gelmiş bir sarayda ya da şatafatlı bir Osmanlı-Sultan ortamındaydı. Erdoğan karşısına üç yandaş gazeteciyi almış, konuşuyordu. Üçü de, neredeyse oturdukları yerde 'hazır ol'a geçmişlerdi. Heykel gibiydiler. Sanki üçü de, o şatafatlı dekorun birer parçasıydılar. Hâlleri öyleydi ki, konuşmaya bile çekiniyorlardı. Sorularına gelince, bizim mesleğin deyişiyle ‘çanak’tı. Tam kıvamında sorulardı. Yani Erdoğan, paşa gönlü istediği gibi top çeviriyordu. Ve her vuruşu, ‘hukuk’a bir goldü. ‘Yargı bağımsızlığı’na bir goldü. ‘Güçler ayrılığı’na bir goldü. O üç kişiden Tayyip Erdoğan’ın bu gollerine bir itiraz beklemedim elbette. Ama görüntü hakikaten hazindi.
TRT'de Erdoğan'ın karşısındaki üç yandaş gazeteci neredeyse 'hazır ol'a geçmişti. Görüntü hakikaten hazindi
Erdoğan, sözü bir ara beklendiği gibi MİT TIR’larına getirdi, Cumhuriyet’e ve Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar’a yüklendi. “Milli İstihbarat Teşkilatı'na atılan bu iftiralar, yapılan gayrimeşru operasyon, bir yerde ajan ve casusluk faaliyetidir” dedikten sonra ekledi: “Bu haberi yapan kişi bunun bedelini ağır ödeyecek, öyle bırakmam onu…” Böylece kendini savcı yerine koydu. Yargıç yerine koydu. Mahkeme yerine koydu. Yargının işine karışarak ‘yargı bağımsızlığı’nı çiğnedi. ‘Güçler ayrılığı’nı hiçe saydı. Bir başka deyişle: Anayasayı ihlal etti. Ve Cumhurbaşkanı olduğu zaman TBMM kürsüsünden ettiği yemini çiğnedi. Alışacak mıyız? Hayır. Bunun hesabını soracağız. Saray soytarıları buna sessiz kalabilir. Ama bizim sesimiz çıkmaya devam edecek.
Can Dündar’ın dün Cumhuriyet’teki yazısında dediği gibi:
Biz sır saklamakla görevli devlet memurları değiliz. Gazeteciyiz. Gazetecilik bir kamu hizmetidir. Ancak ‘kamu’dan anlaşılması gereken devlet değildir. Gazeteci, bazen -hatta çoğu zaman- devlete rağmen kamunun çıkarını savunmakla mükelleftir. Gazete, korkmadan, yılmadan, devletin hatalarını sergileyecek, kamu adına denetim görevi üstlenecektir. Böyle olması hem devletin, hem halkın, hem medyanın çıkarınadır. Bununla birlikte, tarihte birçok örnekte, suçüstü yakalanan devletlerin ilk refleksinin, medyayı ‘casuslukla, hainlikle, milli sırları ele vermek’le suçlamak olduğunu görürüz. New York Times, Vietnam’da Amerikan yönetiminin halkına yalan söylediğini ortaya koyan ‘Pentagon belgeleri’ni yayımladığında da böyle olmuştu... Washington Post, Başkan Nixon’ın ajanlarının, muhalefet partisinin Watergate binasındaki telefonlarını gizlice dinlediğini belgelediğinde de... Washington’un, gizlice İran’a silah satıp geliriyle Nikaragua’da antikomünist örgütlere destek olduğunu kanıtlayan İran-Kontra skandalı ortaya çıkarıldığında da... Birçok örnekte de gazeteci, kamu adına devletten hesap sormuş, kamuoyu, başına örülen çoraplardan haberdar olmuş, o sayede iktidarlar hatadan dönmüştür. O yüzdendir ki uygar dünyada, bunları sergileyen gazetecilere prestijli basın ödülleri verilirken, onları eleştirenlere en fazlasından bakanlıkların basın bürosunda iş veya havuz medyasında maaş verirler. Biz, devlet kapısında iş arayan hizmetliler değiliz. Halk adına devletten hesap soran gazetecileriz. Devletin kirli sırlarını saklamak, iktidarın açığını kapatmak, görevlerimiz içinde değil.
Erdoğan, Cumhurbaşkanı yeminini çiğnedi. Saray soytarıları buna sessiz kalabilir. Ama biz hesabını soracağız
Can Dündar’ın bu satırlarına aynen katılıyorum. Gazete ve gazeteci milleti kendi işini yapacak, siyasetçi de kendi işini. Kimse kimseye karışmayacak. Bu iki dünya arasında çekilen çizginin adı demokrasidir, ifade özgürlüğüdür. Erdoğan kaç zamandır bu çizgiyi en kaba şekilde çiğniyor. Ve hiç umursamıyor. Bu kabalığa dur demek, bu memlekette demokrasi ve özgürlüğe sahip çıkmaktır, hukuku savunmaktır. İşte 7 Haziran bunun için önemli. Bunun için yaşamsal bir kavşak. Bu kavşakta HDP’nin barajı aşması, Türkiye’nin ‘Erdoğan sorunu’nu çözüm rayına oturtacak ve siyaset meydanında normalleşme kapısını aralayacaktır. Aklınızdan çıkarmayın: Türkiye’nin problemi Erdoğan’dır, nokta!