Almanya, 1933, 1934 yılları... Hitler seçim sandığından çıkıp bir darbeyle iktidara oturmuş... Her yerde Naziler'in gamalı haçlı bayrakları dalgalanıyor, kulaklara tek bir slogan çalınıyor:
Yaşasın Hitler!
Önce basın yola getiriliyor, sonra üniversite... Özgürlük boğuluyor! 1933'le 1934 yıllarında Alman üniversitelerinden 1800 akademisyen tasfiye ediliyor. Bu rakam bütün akademik kadroların yüzde 15'i. Berlin ve Frankfurt'ta bu oran yüzde 32'ye çıkıyor.
Hitler Almanyası’ndan dışarıya büyük bir beyin göçü başlıyor. O yıllarda Türkiye de Alman bilim insanlarına kapılarını açıyor. Alman üniversitelerinde yaratılan korku iklimi ve ülke çapında körüklenen entelektüel düşmanlığı ile Almanya'da sorgulamak, eleştirmek, devlete itiraz etmek, farklı sesler çıkarmak suç sayılıyor. Artık Almanya'da Hitler'in bakış açısı ve Nazi ideolojisi tek doğru kabul ediliyor.(*) Meydanlarda kitaplar yakılıyor. Ve şair Heinrich Heine’nin o ünlü sözü kulaklara çarpıyor:
Kitapların yakıldığı yerde, gün gelir insanlar yakılır!
Yakılıyor da... Korkunç savaş, Holokost derken, Hitler Almanyası insanlığın başına en büyük felaketlerden birini sarıyor. Münih, 1943 yılı. Hitler'in korku imparatorluğu yalnız Almanya'nın değil tüm Avrupa'nın, Sovyetler Birliği'nin üzerine olanca korkunçluğuyla çökmüş durumda. Münih Üniversitesi... Bir avuç üniversite öğrencisi bir araya gelir, gizli bir örgüt kurarlar. Adı Beyaz Gül olan direniş örgütü. Hitler diktatörlüğüne karşı, Hitler savaşına karşı daktiloyla yazdıkları barış ve özgürlük bildirilerini teksirle çoğaltıp el altından dağıtırlar. Hitler'in gizli polisi Gestapo bir gün Sophie Scholl'la kardeşi Hans Scholl'u üniversitede bildiri dağıtırken yakalar. İki kardeş, mahkemede idam cezaları açıklanırken yargıçlara bağırır:
Sizlerin sanık sandalyesine oturacağınız günler uzak değil!
İki kardeş karanlık bir avluda giyotine giderken de barış ve özgürlük sloganları atar. Beyaz Gül direniş örgütünün barış ve özgürlük bildirilerinden biri yurt dışına, Stockholm'a kaçırılır ve Hitler Almanyası müttefik güçler tarafından bombalanmaya başlanırken, Münih semalarından beyaz gül yaprakları gibi atılır.
Korku ikliminin geçerli olduğu yerler artık üniversite değil 'kışla'dır
Yaşanmış bir olay bu. İnternette tesadüfen bulduğum ve hafta sonu seyrettiğim filmin adı: Sophie Scholl, Son Günler. Bu yazıyı sadece içimi acıtan bu filmden dolayı yazmıyorum. Bir nedeni daha var. Buna da pazar günü Gila Benmayor'un Hürriyet gazetesindeki köşesinde rastladım. Nobel Barış Ödülü adayları arasında adı geçen Harvard Üniversitesi'nden Prof. Dr. Gökhan Hotamışlıgil (aynı zamanda Harvard'da Sabri Ülker Merkezi'nin başında) şunları söylüyor:
Türkiye on yıldan beri bilimin altyapısına inanılmaz paralar yatırıyor. Ve bunun ürünü var, yani meyvesini alıyoruz. Kendi programlarını kuruyorlar ve başarılı oluyorlar. Ama bu çocuklar gidecekler! Çünkü kendilerini güvende hissetmiyorlar. Yeni nesil bilim insanı çok kırılgan. (...) Bu çocuklar tedirgin. Benim kariyerim nereye gidiyor?.. Rektör yarın beni atar mı?.. TÜBİTAK ödeneği keser mi?.. Kendilerini güvende hissetmiyorlar. ("Bilime çok yatırım yaptık, genç bilim insanlarımızı kaçırmayalım")
Evet öyle, kendilerini güvende hissetmiyorlar. Nasıl hissetsinler ki? Bugüne kadar Erdoğan Türkiyesi’nde üniversiteyle ilişiği kesilen akademisyen sayısı tam 4811. Hitler Almanyası’nda 1800. Akademik özgürlüğün yerle bir edildiği, ifade özgürlüğünün boğulduğu, korku ikliminin geçerli olduğu yerler artık üniversite değil 'kışla'dır. Tek tip insan yetiştirmeyi amaç edinmiş kışlalar... Tehlikenin farkında mısınız? Bugün Türkiye üniversitelerinden büyük bir beyin göçü yaşanmaya başlamış durumda... Bir zamanlar Hitler Almanyası’ndan kaçanlara Türkiye üniversiteleri kapılarını açmıştı. Şimdi tersi yaşanmakta! Ne yazık ki öyle.
* Karl Dietrich Bracher, The German Dictatorship, The Origins, Structure, and Effects of National Socialism, 1970.