New York’tan uçağa binerken geliyor haber: Ahmet Türk gözaltına alındı! Bitmek bilmiyor acılar. O anda yapabileceğim tek şey tweet atmak:
Protesto ediyorum! Ahmet Türk gözaltında Sen neler yaşadın, neler gördün. Bu günler de geçer sevgili Ahmet Türk.
İçim daralıyor. Bu kaçıncı darbe barışa?.. 1980’lerin sonlarına doğru tanışmıştık. Sohbetlerimizi hatırlamaya çalışıyorum. Hemen hepsi genellikle bir kadeh rakı eşliğinde, barış üzerine keyifli sohbetlerdi. Bir seferinde vurgulamıştı: “Bak Hasan Cemal, başıma ne gelirse gelsin Kürtleri bırakmayacağım.” Çok acı çekti Ahmet Türk. Ama bırakmadı, bırakmıyor Kürtleri... 12 Eylül darbesinde, Diyarbakır askeri cezaevinde işkenceyi yaşadı. 1990’ların başında milletvekili dokunulmazlığı kaldırıldı, uzun yıllar hapis yattı. Barışı savunurken, son zamanlara kadar gerektiğinde yalnız devleti değil, PKK’yı da eleştirdi. Onca yıl sonra, Ahmet Türk tekrar hapiste... Ne yazık! Bu kafayla barış gelmez bu topraklara. Yıllar öncesini, Kasrı Kanco’yu anımsıyorum. 2004 yılı Eylül ayı. Bir şairin, “Venedik’i gör de, sonra öl!” dizesi aklıma takılıyor. Sabah erken horoz sesleriyle uyanıyorum. Mezopotamya Ovası’ndan güneşin sonsuza uzanan ufuk çizgisi harikulade... Kasır, taştan büyük ev demek. Kanco da Ahmet Türk’ün dedesinin adı, Hüseyin Kanco. 126 yıl önce inşa edilmiş. Ovada, sonsuza uzanan düzlükte kale gibi, tüm heybetiyle yükseliyor. Diyarbakır, Batman, Viranşehir ve Kızıltepe’den sonra Kasrı Kanco. Bütün bu duraklarda dikkatimi çeken bir nokta: Apo tartışılıyor, Apo eleştiriliyor. Ahmet Türk de bu noktaya işaret ettikten sonra ekliyor: “İnsanlar bu yeni dönemde yeniden tarlalarına döndü. Yatırım yapmaya başladı. Kızıltepe’yle Derik arasında 2 bin kuyu açıldı. Bunlar sulama amaçlı artezyen kuyuları. Her biri için 50 milyar yatırım yapıldı. Çatışmalar şiddetlense, yeniden eskiye dönülse, bütün bunlar havaya gidecek. Kim ister bunu? Silah istenmiyor.” Yine Kasrı Kanco. Bu kez 2009 Eylül ayı. Sabah vakti dağların, tepelerin ardından günün ilk ışıkları. Gözlerimin önünde yemyeşil bir deniz gibi alabildiğine uzanan Mezopotamya Ovası’nın üstünde buğulu bir güzelliğin yumuşak dalgaları yayılıyor. Kimbilir kaçıncı kez büyülenmiş bir halde seyrediyorum Mezopotamya’yı. Mutlak sessizlik ve sükûnetin yalnızlığı derinleştirdiği ama düşünmeyi yoğunlaştırdığı saatler... Güvercin kanatlarının pırpırları, kuşların cıvıldaşmaları, uzaklardan bir horoz sesi... Mezopotamya Ovası’nı seyre dalmak bana her seferinde sonsuzluk duygusu verir. Cengiz Çandar’la birlikte DTP Genel Başkanı Ahmet Türk’le sohbet ederken haber geliyor: Eruh’ta, Çirav Dağı kırsalında çıkan çatışmada 11 PKK’lı ve 7 asker ölmüş... Çok iyi hatırlıyorum. Haber ulaştığında, Ahmet Türk geçmişte yaşanan acılardan söz ediyordu. Geçmişin esiri kalırsak barışı kuramayacağımızı, eğer güzel bir gelecek istiyorsak, acıların olgunlaştırıcı etkisinden yararlanmak gerektiğini söylüyordu. Akşam vaktiydi. Kasrı Kanco’nun terasında Mezopotamya’nın üzerinde ateşten bir portakal gibi doğmuş ayın ışığında çaylarımızı içiyoruz. Elektrikler sürekli kesiliyor. Büyük bir gümbürtüyle yerimden fırlıyorum, ne oluyor diye. Bir F-16 savaş uçağı alçak uçuş yapmış... Biraz sonra ikincisi geçiyor Kasrı Kanco’nun üzerinden. Bu kez gayet sakin oturuyorum yerimde. Ahmet Türk gülüyor halime: “Buralarda üç aylık bebekler bile alışmıştır bu uçak seslerine...” Tarih, 2014 yılı sonbaharı. Sabah vakti Mardin Havalimanı'ndan çıktık, şehre doğru gidiyoruz. Uzaktan, Kızıltepe taraflarından siyah dumanlar yükseliyor. “Yakılan lastiklerin dumanı” diye söze giriyor, “Bütün gece yangın yeri gibiydi Kızıltepe, cayır cayırdı. TOMA’lar, panzerler yetmeyince, yıllardır ilk defa tanklar çıktı meydana...” Ekliyor: “1990’lı yıllardaki gibi yani, asker yine sahnede... Hayra alamet sayılmaz.” “Diyarbakır Havalimanı kapatılmış...” “Demek ki, asker ve polis takviyesi yapılacak Diyarbakır’a. Bu sabah Mardin’den de dört-beş otobüs dolusu gitti, galiba Diyarbakır’a. Bölge patladı abi...” “Nasıl oldu böyle?” “IŞİD neyse PKK de odur, demiyorlar mı? Kobanê’de Kürtleri IŞİD barbarlığına bırakmıyorlar mı?” Büyükşehir Belediyesi’ne geliyorum. Ahmet Türk’te bir değişiklik yok. Her zamanki gibi sakin sakin içiyor uç uca eklediği sigaralarını, “Beni mahveden bu cigara” demeyi de unutmadan... 1987’den, Erdal İnönü’nün SHP’sindeki milletvekilliği döneminden beri tanışıyoruz Ahmet Türk’le...
Büyükşehir Belediyesi’ndeki makam odası fazla tenha, nedenini anlatıyor: “Geceyi meydanlarda geçirdiler. Şimdi uyuyorlar, akşama doğru yine çıkarlar sokağa... Bu arada bütün ilçelerde gündüz de sokağa çıkma yasağı konulmuş durumda. Bütün okullar da ikinci bir emre kadar tatil edildi. Bundan dolayı tenha buraları, yoksa dolup taşardı.” Ahmet Türk, “Ben bile şaştım kaldım bu Kobanê konusunda. Türkiye sonunda yardım elini uzatır Kürtlere diye düşündüm. Ama yanıldım işte, olmadı, yapmadı” diyor. Ankara’nın Kobanê’de Kürtleri IŞİD’le, bu çetelerin barbarlığıyla baş başa bırakmasının bardağı taşıran damla olduğu kanısında. Şöyle diyor: “Bugüne kadar bizim partiye hiç oy vermemiş olanlar... AKP’ye oy atmış olanlar... Hepsi Suruç’taydı. Onlar da sokağa çıktılar. Ankara’nın o politikası, yani bırakalım IŞİD, PYD ile PKK’yi temizlesin, iyice burunları sürtülsün politikası her şeyi berhava etti. IŞİD çetelerinin insanların kellelerini kesmesi, kadınlara, kızlara tecavüz etmesi, bütün bu vahşet karşısında Türkiye’nin hareketsizliği Kürtler açısından tam bir kırılma noktası oldu.” Tayyip Erdoğan’la ilgili olarak Ahmet Türk bir ara şöyle diyor:
“Halkın, Kürtlerin gözünde Erdoğan artık bir diktatör olmuş durumda... O nasıl bir kibirdir.”
Ahmet Türk’ün 2014’teki o sözlerini unutamıyorum: “Devlet zihniyeti özünde değişmiş değil. Bak, tanklar yıllar sonra yine meydanlara çıkıyor. Devletin bu zihniyetiyle Kürtlerin eşit vatandaşlığı hayaldir, sorun bu kafayla çözülmez yani...” “Nedir bu devlet zihniyeti?” diye sorunca, Ahmet Türk şöyle özetliyor: “Eskiden ‘apoletli Kemalizm’di, şimdi de cübbeli Kemalizm! İkisinde de demokrasi yok.” Haklısın sevgili Ahmet Türk. Bir zamanlar seni Apoletli Kemalizm hapse atardı, şimdi de Cübbeli Kemalizm... Mücadeleye devam sevgili Ahmet Bey! Tarih ne yazık ki yaşamaya ve kanamaya devam ediyor! (*) Tarihin yine kanla yazıldığı bir zaman dilimindeyiz. Nereye başımızı çevirsek gözyaşı var, acı var. Yıllar yılı ileriye hep iyimserlikle bakmıştım. Tarihin tüm güçlüklere rağmen iyiye, güzele doğru aktığını savunmuştum. İnandığım değerlerin, demokrasinin, hukukun, insan hakları ve özgürlüklerin, kadın-erkek eşitliğinin, dayanışmanın ağır basacağı bir devlet ve toplum düzeninin kurulmakta olduğu bir dünyaya inanıyordum. Hâlâ da inanıyorum. O güzel günler gelecek ve seninle Kasrı Kanco’nun terasında o şahane gün batımında rakı kadehlerimizi barış ve özgürlüğe kaldıracağız. Hiç unutmuyorum, böyle bir akşam vakti Kasrı Kanco’da bana demiştin ki:
“Geceyi dışarıda, bu terasta geçirdin mi, yıldızlar üstüne dökülüyormuş gibi olur.”
_____________________________________________
(*) Christopher De Bellaigne; İsyan Toprakları, Türkiye’nin Unutulmuş Halkları Arasında; İletişim Yayınları, sayfa 76.