NEW YORK
Paris katliamı sonrası... (2)
Daktilo makinesinden çıkmış bir sayfalık yazıyı kahve tuvaletinin duvarına asmışlar, başlığı şöyle: Ne diye yazıyorum?.. Daktiloya ilanı aşk hali var: “Bu kırık dökük daktilonun başında acaba neden bu kadar uzun saatler harcıyorum?.. Zaman israfı değil mi?.. Ama daktilomun başına oturunca da, iç dünyamda bir şeyler kıpırdıyor, bir başka aleme dalıp gidiyorum.” Daktilo makinesi... Çoktan unuttum gitti. İlk makinemi Ankara’da, 1960’ların sonunda gazeteciliğe başlarken almıştım. İkinci el, kullanılmış bir daktiloydu. 1973’de Cumhuriyet gazetesine geçerken babam bana kendi daktilosunu hediye etmişti. Portatif bir Hermes Baby. Sevgili Ahmet Cemal yıllar yılı ailemizi geçindiren çevirilerini bu makinayla yapmıştı. Gazetelerin haber merkezlerinden etrafa makineli tüfek gibi takır tukur patlayan o daktilo sesleri artık tarih öncesinde kaldı. Tuvaletteki duvar yazısını okurken, o bildik soru işareti gelip çengelini zihnime asıyor: Neden yazıyorum?.. Güncel gerçeğin peşinde 47 yıldır devam eden, fazla bir derinliği de olmayan gazetecilik macerasından niçin bu kadar keyif aldım, hala da alıyorum ki?.. Arada bir beni meşgul eden bu sorunun yanıtını bilemiyorum
Söyleyin. Dünya yaşanmaz hale mi geliyor? Özgürlük her tarafta hayal mi olacak? Boğulacak mıyız?
Morgan Library’deki sergisinde Hemingway. Birinci Dünya Savaşı’nı gazeteci olarak yaşıyor. Sonra Paris, edebiyat dünyası. Yaşama sevinci hiç tükenmeyen biri olarak Paris Bir Şenliktir’i yazan o, Hemingway. İspanya İç Savaşı... İkinci Dünya Savaşı... Paris’te Nazi işgali... Holokost... Soğuk Savaş... Amerika’da cadı avı, McCarthy dönemi... Nobel Edebiyat ödülü... Tümünü arkasında bırakıyor. Şan şöhret derken, hazin bir intiharla daha altmışında noktalanan yaşam çizgisi... Evet, hayat düz bir çizgi değil ki. Yine o Faslı yazarı, Abdellah Taia’ı düşünüyorum kahve köşesinde. New York Times’da çıkan Paris Katliamı’na ilişkin içimi acıtan satırları yine aklıma takılıyor.
Paris’lilerin en değer verdikleri, şey büyük yara aldı: Özgürlük! Gezip eğlenmek... Dans etmek... İstedikleri müziği dinlemek... Özgürce yaratıcı olmak... Yaşama sevincini tatmak... Ve bir an için naif olabilmek... Bütün bunlar yaralandı, yaşama sevinci, özgürlük yara aldı. Fas’ı yıllar önce genç, umutsuz bir gay olarak terk ettim. Paris’i kendi hayat kavgamı ve hayallerimi yaşatmak için özgür bir mekan olarak seçtim. Fakat şimdi anlıyorum ki, artık hiç bir yer özgür ve güvenli değil. Ama eminim, Paris’liler kendi hayat tarzlarını korumak için mücadeleyi sürdürecekler. Fransa’da, terörle mücadele adına ırkçı ve İslam düşmanı bir histeri değil, özgürlük ve dayanışma değerlerinin geçerli olacağına inanmak istiyorum. Ama aynı zamanda bu konudaki umutlarımın gerçekleşmeyeceğine dair bir duyguyu da derinden hissediyorum. Mültecilere karşı bir nefret dalgası kabarmaya başlıyor Avrupa’da... Avrupa her geçen gün aşırılaşıyor, uçlara savruluyor. Ama unutmayın: İslamcı teröristlerin bütün istedikleri de bu, aşırılık... “Bundan sonra nerede yaşayacağız?” diye sordu, yanıtı bilmiyorum. (Abdellah Taia, In Any Place Safe, The New York Times, 18 Kasım 2015)
Söyleyin. Dünya yaşanmaz hale mi geliyor? Özgürlük her tarafta hayal mi olacak? Boğulacak mıyız? Amerika’sı, Avrupa’sı zulümden, baskıdan kaçan Müslüman mültecilere karşı utanç duvarları örererek kurtulacağını mı sanıyor? Bu ne yaman bir yanılgıdır. Bu ‘duvarlar’ın tam da IŞİD’cilerin, El Kaide’ciler işine geldiğini anlamayacak mı Amerika ile Avrupa?
Şimdi Avrupa’yı Avrupa yapan değerler unutulacak mı? Çare, utanç duvarları mı?.. Çare, İslam düşmanlığı mı? Çare ırkçılık mı demokrasinin budanması mı?
MoMa’da Picasso’nun heykel sergisi. Nazi işgali altındaki Avrupa’da Picasso’nun Hitler rejimi tarafından nasıl en dejenere, en yoz sanatçı ilan edildiği, yapıtlarının nasıl yasaklandığı yazıyor bir köşede... Ama Picasso bugün de yaşıyor! Picasso, Bask ülkesinde, Guernica’da Hitler zulmünü, Nazizm’in insanlığa karşı suçunu insanlığın bilincine Guernica tablosuyla öylesine çaktığı için, özgürlük bayrağını dimdik tuttuğu için yaşıyor. Şimdi Avrupa’yı Avrupa yapan değerler unutulacak mı? Çare, utanç duvarları mı?.. Çare, İslam düşmanlığı mı? Çare, ırkçılık mı? Çare, özgürlüklerin kısıtlanması mı? Çare, demokrasinin budanması mı? Bu çare değildir, olamaz da. Bu çare değil, İslam dünyasını ‘İslamcı radikalizm’in, ‘İslamcı aşırılık’ın kucağına itmektir. Bu çare değil, İslam dünyasını ‘tiran’ların, ‘despot’ların merhametine terketmektir. Bu çare değil, medeniyetler savaşı diyenleri haklı çıkarmak ve dünyayı karanlık bir istikrarsızlık dönemine yuvarlamaktır. Kısacası: Bu bir çare değil, aklını peynir ekmekle yemektir. Avrupa’sı, Amerika’sı ya da demokrasiler, demokratik toplumlar aklını bu kadar peynir ekmekle yiyecek kadar rotayı şaşıracaklar mı?.. İhtimal vermiyorum, ihtimal vermek istemiyorum.
Karamsarlık?.. Evet öyle. Kahve köşesinde yapayalnız, kendi başıma düşünüyorum. Doğrularıyla yanlışlarıyla, günahları ve sevaplarıyla geçen bir ömür... Bu ömür boyunca ne kadar demokrasi, ne kadar özgürlük yaşadım diye düşünüyorum. Askeri darbeler aklıma takılıyor. İdam sehpaları... Solcuların, komünistlerin, devrimcilerin, ülkücülerin, Alevilerin, dindarların, demokratların, elbette Kürtlerin yaşadıkları acılar gözümün önünden geçiyor. Darağacına giden genç insanlar, Deniz Gezmişler... Hapishaneler... İşkencehaneler.... Bizim memlekette de kan ve gözyaşı oluk gibi aktı, akmaya da devam ediyor. Ama hala olgunlaşamadık. Ne yazık ki öyle. Hala demokrasi ve özgürlük düzenini kuramadık. Şimdi de bir uçtan öbürüne, bu kez muhafazakar-dinci sivil bir despotluğa doğru savruluyouz. Tedirginim, evet öyle. Dış dünyadaki, Amerika ve Avrupa’daki gelişmelerin, bizim memlekette demokrasinin değil despotluğun elini güçlendirmesinden derin kaygı duyuyorum.
Kahvenin giriş kapısına, bir kara tahtanın üstüne yazmışlar büyük harflerle: Şimdi değilse, ne zaman?.. Hoşuma gidiyor okuyunca. Evet, şimdi değilse ne zaman arkadaş... Hiç olmazsa, o ‘an’ları kaçırmayalım. İçimde iyimser bir kıpırdanma uyanıyor. Yaşamak her şeye rağmen çok güzel. Nazım Hikmet’in dediği gibi: Umutsuz yaşanmaz! İçimdeki karamsarlık bulutu dağılmaya başlıyor. Filmin sonunu göremeyecek olsak da, görecekmiş gibi yaşayıp mücadele edeceğiz, barış için, demokrasi ve özgürlük için... Ve Nobel Barış Ödülü’nün sahibi Elie Wiesel’in dediği gibi: “Adaletsizliği engelleyecek gücümüz olmadığı zamanlar olabilir, ama itiraz etmeyi beceremediğimiz bir zaman asla olmamalı.”