Oya Baydar’ın yeni çıkan kitabı Surönü Diyalogları’nı okumaya başladım. Kürt sorunu bağlamında bir hesaplaşma... Yüzleşme... İç muhasebe... Resmi tarihi sorgulama... Doğruları kendi tekeline alma konusunda kendi kendinle de acıtıcı bir iç didişme... Burnundan kıl aldırmayan tavırlara dönük eleştirel bir yaklaşım... Belki de, bu memleketin yazar çizerinde, aydınında pek öyle raslanmayan türden bir günah çıkarma... Kolay değildir bu muhasebe. İnsanın içini acıtır.
Nilüfer Göle’nin deyişiyle, taşları yerinden oynatmak güçtür:
Taşları oynattığınız zaman kızarlar. Kızılmaktan bıkmamak lazım. Aydın olmanın bir parçası da kendine yönelik şiddet. Yalnızca dışarıda değil, kendi içinizde de taşları sürekli yerinden oynatmak zorundasınız.
Sevgili Oya, kitabının UTANÇ arabaşlığını taşıyan bölümünde şunları yazıyor:
Suçun vicdani ağırlığını taşımak güçtür. Az kişi suçun ağırlığından kurtulmak için kefaret ödemeyi göze alır. Kitleler bunu hazmedemez. 1915’le, Dersim’le, tehcirlerle, Kürtlere yapılanlarla yüzleşemiyoruz. Kitle, yüzleşmekten korktuğu şeyi yok saymayı, reddetmeyi yeğler; kendisi sorumlu olmasa bile kendi muktedirlerinin tarihte işlenmiş suçlarını kabul etmeye yanaşmaz. Çünkü vicdanına ağır gelir. Gerçeği göstermeye, hatırlatmaya çalışanı da hain diye damgalayıp vicdan yükünden kurtulur. (s. 57)
‘Aydın olmanın bir parçası da kendine yönelik şiddet...’
Vicdan yükü oluşturan kara sayfalar hiçbir memleketin tarihinde eksik değildir. Ama bizim bir farkımız var. Ülkelerin büyük çoğunluğu o ‘kara sayfalar’la şöyle ya da böyle yüzleşirken biz yapamıyoruz. Onlar, bu ‘vicdani yük’ten kurtulurken, ya da en azından yükü hafifletirken, biz başaramıyoruz. Onlar tarihleriyle, geçmişleriyle yüzleşebildikleri için de iç barışı yakalıyor, olgunlaşıyorlar. Biz böyle değiliz. Öylesine bir tarih yazmışız ki, tek bir kara sayfamız bile yok. 1915 yok. Dersim ‘38 yok. Kürt kimliğinin inkârı yok. Alevi meselesi yok. İnançlara baskı yok Varlık Vergisi yok. 6-7 Eylül yok. Oysa hepsi var. Her şeyimiz pir-ü-pak değil. Biz yok dediğimiz için o sayfalar yok olmadı, olmuyor. Resmi tarih, ne yazık ki, bizi yalanda yaşattı, yaşatmaya da devam ediyor! Biz hâlâ aynı şarkıyı söylüyoruz: “Bizim geçmişimizde yüz kızartacak hiçbir olay yoktur.” Kendimizi oyalıyoruz. Hiçbir inandırıcılığı kalmamış birtakım klişeleri tekrarlayarak maziyi aklayabileceğimizi sanıyoruz. Oysa bu bakış açısı, Türkiye’nin ‘vicdani yükü’nü gitgide ağırlaştırıyor. Cumhuriyet’in dünkü manşetindeki gibi: Yalnızlaşıyoruz! 2008 yılı eylül ayıydı. Erivan’da bir sabah vakti Soykırım Anıtı’nın önünde sevgili Hrant’la başbaşa kalmıştım ve sesi kulağıma çalınmıştı:
Atalarımın başına gelenleri biliyorum. Buna kiminiz katliam, kiminiz soykırım, kiminiz tehcir, kiminiz trajedi diyorsunuz. Atalarım da Anadolu deyimiyle kıyım derdi. Bir devlet kendi yurttaşlarını, hem de savunmasızlarını, çoluk çocuk, kadın yaşlı demeden, kök saldığı ortamlardan söküp, bilinmez bitmez yollara salıyorsa, bunun sonucunda da bir halk büyük bir bölümüyle yok oluyorsa, bugün bizlerin bu durumu izah edecek kelimeleri tercih etme kıvranışımız, insan olma özelliğimizin hangi vasfıyla izah edilebilir?
İnsan olmak! Bütün mesele bu. Zor mu insan olmak, insani duyarlığı içinde taşımak? İnsan olan, bütün bu acıları kendi içinde, kendi yüreğinde hisseder, paylaşır. Daha önemlisi, acıları birbiriyle mukayese etmez. Çünkü herkesin meşru, haklı acıları vardır. Ve bu acıları birbiriyle mukayese etme gayreti, tarihin sayfalarından barış değil düşmanlık çıkartır, husumet çıkartır. İnsanlığın da, barışın da gereği, acıları inkâr etmekten kaçınmaktır. Türkiye de eninde sonunda bunu yapacak, ‘vicdani yük’lerden kurtulacak günün birinde diye düşünüyorum.