Babylon’da cuma gecesi caz konserindeydim, Theo Croker’ı dinledim. Cazla, yani ‘müziğin demokrasisi’yle başka dünyalara daldım. Çok keyifliydi. Genç insanlarla sohbet ettim. İçim aydınlandı. Bu yakınlarda bir belgeselini izlediğim Bob Dylan’ı, daha doğrusu yeni kazandığı Nobel Edebiyat Ödülü’nü tartıştık. Konu memleketin hâllerinden açılınca, üzerimizde karanlık bulutlar dolaşmaya başladı. Genel bir karamsarlıktı uç veren... Farklılıklara saygısız, kendi muhafazakâr ve dinci hayat tarzını herkese dayatmak isteyen, bunun için eğitimi imam hatipleştirme yolunda sistemli adımlar atan AKP iktidarını konuştuk. Hayat tarzları konusundaki tedirginliğin derinliğini hissettiren şu soru kulağıma çalındı: “Böyle bir ülkede evlenmek, çocuk yapmak akıl kârı mı?..” Bu acıklı soru işaretinin çengeline takılı kaygılar içimi acıttı.
Vur davulcu vur! Toplumun nasıl kutuplaşdığını, nasıl derin cephelere ayrılmakta olduğunu hissetmek istemiyorum. İyi ki caz var! Yine caza, ‘müziğin demokrasisi’ne (bu deyimin patentinin Sedat Ergin’e ait olduğunu yıllar önce itiraf etmiştim) dalıyorum. Çılgın gibi çalan siyah davulcu bir an için de olsa kafamı boşaltıyor. İyi de oldu. Fena hâlde kanıyor Türkiye. Kan ve ateş dalgası kabarıyor. Zaloğlu Rüstem gibi yedi düvele posta koyan, pala sallayan bir iktidarla bir cehennem kuyusuna çekiliyoruz. Çeşitliliği Babil Kulesi’ndeki gibi tek kalıba dökebileceğini sanan bir iktidarla kutuplaşma keskinleşiyor.
İnsanları torna tezgâhından çıkmışçasına tek tip yapamazsınız!
Hayattaki farklılıkların zenginlik ve yaratıcılık kaynağı olduğunu reddeden bir siyasal iktidar, devleti ele geçiriyor ve tarihin tekerleğini tersine çevirmek istiyor. Değişik kültürler arasında ve aynı çatı altında diyalog ve etkileşim olmadıkça, barış ve huzurun mümkün olamayacağını bilmeyen bir iktidar bu... Geleceğin ve gerçek istikrarın demokrasiden, hukukun üstünlüğünden, siyasette olduğu gibi ekonomide de özgürlükçü bir düzenden, yaşam kalitesinin düzeltilmesinden geçtiğini unutmuş ya da öğrenmemiş bir iktidar bu... Oysa ben uzun yıllardır aynı çatı altında, demokrasi, hukuk ve özgürlüğü ortak bir payda olarak benimsemiş bir Türkiye hayal ediyorum. İnsanları torna tezgâhından çıkmışçasına tek tip yapmaya özenen bir Türkiye istemiyorum. Farklılığı, çeşitliliği içeren, bunları çağdaş demokrasinin hukuksal güvencelerine bağlayan, daha güzel bir dünyayı amaçlayan bir bütünleşmeden yanayım.
Hayattaki farklılıkların zenginliğin kaynağı olduğunu reddeden bir iktidar, tarihin tekerleğini tersine çevirmek istiyor
Vur davulcu vur, olanca gücünle vur! Bak, filozof devlet adamı Václav Havel, 2002’de New York Üniversitesi’nde yaptığı politikaya veda konuşmasında “Daha insancıl bir dünya”ya çağrı yaparken ne demiş: “Bankacılar kadar şairlerin sesinin de güçlü çıktığı bir dünyadır daha insancıl bir dünya...” Ben de hep hayal ediyorum böylesi bir dünyayı... Farklılıkların saygı gördüğü, şairlerin, yazarların, sanatçıların horlanmadığı, seslerine kulak verildiği duyarlı bir dünya. Bir özlem bu. Bunun için ekonomik büyüme yetmiyor. Kültüre yatırım da şart. Farklılığın korku değil, zenginlik ve yaratıcılık kaynağı olduğunu insanoğluna anlatmanın yolu, iç dünyaları kültürle terbiye etmekten geçiyor çünkü. Kimin milliyetçiliği daha iyi tartışmalarının aşıldığı bir dünyada yaşamak istiyorum. Dil, din, inanç, köken ayrılıklarının artık bu yüzyılda insanları birbirinden ayıran duvarlar değil, köprüler olabileceği konusunda insanoğlunu ikna edebilmek için kültürü, demokrasi eğitimini önemsemek gerekiyor. Farklılık, çeşitlilik kavga kaynağı olmasın istiyorum. Bırakın, herkes kendi gibi olsun. Öteki diye dışlanmasın. Herkesin sana benzemesi gerekmiyor. Zaten bu mümkün değil.
Vur davulcu vur! Öyle vur ki, kafalar darmaduman olsun. Bu dünya adaletsiz bir dünya! Herkesin kendi olması özgürlüğünün tanındığı, saygı gördüğü bir dünya, daha güzel bir dünyadır, daha adaletlidir. “Kendini tarif özgürlüğü”, Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Macar romancı İmre Kertész’in sözüdür. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Hitler’in ölüm kamplarından, Auschwitz’den kendi kurtuluşunu, ana-babasının kurtulamayışını, Yahudilerin sevilmedikleri toplumlardaki yaşamını anlatır romanlarında. Sürgündeki dil başlığını taşıyan bir yazısında uzun uzun “kendini tarif özgürlüğü” üzerinde durmuş. Batı demokrasilerinde bile devlet otoritesinden kaynaklanan ayrımcılıktan dert yanıyor. Toplumda kendini ayrıcalıklı görme illetinin, “öteki”ne üstün görme küstahlığının dem “İnsan ruhunu kirleten tutum ve uygulamalar” diye şikâyet ediyor bu hastalıklardan... Yakınmak çok haklı ayrımcılıktan, “öteki”ne düşmanlıktan, yabancı düşmanlığından... Ya da bunların tam tersi, yani insanın kendi memleketinde dışlanmış duygusu tatmadan yaşayabilmesinin huzuru... Kendi yurdunda sürgün olmadan, sürgün duygusu hissetmeden yaşayabilmesinin güzelliği... Her zaman olmuyor. Yaşamak için acı çeken insanların kaderi birçok yerde kolay değişmiyor. İmre Kertész demiş ki: “Siyasetle kültür birbirine düşman olmamalı. Kültürü boşlamış bir siyaset yalnızca despotizm, baskı, zulüm üretir.”
Hayattaki farklılıkların zenginliğin kaynağı olduğunu reddeden bir iktidar, tarihin tekerleğini tersine çevirmek istiyor
Vur davulcu, vur kardeşim! İdeolojilerin insanoğlunu nasıl nefret ve yalanda yaşattığı, insanoğluna nasıl cehennem tuzakları kurduğu malum. Özellikle geçen yüzyıl tarihinin kanlı sayfaları bunlarla dolu. Montesquieu’nün sözü ne güzeldir: “Önce insanım, sonra Fransız!” Bunu diyebilmek kolay değil, hem de milliyetçiliğin beşiği Fransa’da, milliyetçiliğin doğduğu çağda... Ben de artık kimin milliyetçiliğinin daha güzel olduğu tartışmalarının yaşanmadığı, milliyetçilikten çok çeken, kana bulanan zamanların kepaze sayfalar olarak tarihe karıştığı bir dünyada yaşamak istiyorum. Milliyetçi düşmanlıkların, önyargıların tümüyle aşıldığı, dinden, mezhepten, inançtan, dil, ırk ve etnik köken farklılıklarından kopan kavga ve çatışmaların mazi olduğu, akla gelebilecek bütün kanlı kopuşlardan geçerek olgunlaşmış, güzelleşmiş bir dünyayı özlüyorum. “Kültürler arası keyifli diyaloglar” kurularak yaşanacak mutlu bir dünyayı... Franklin Roosevelt’in bir zamanlar dediği gibi, ancak yasalar karşısında aynı, eşit hakları paylaştığımız zaman birbirimizin hayallerini paylaşabiliriz. Ve ancak birbirimizin hayallerini paylaştığımız zaman iç savaşlara girmek yerine kültürler arasında keyifli diyaloglar kurabiliriz. Vur davulcu vur! ‘Müziğin demokrasisi’nin gereğini yap! Senin davul bu kadar ses verdikçe, belki insanlar da farklı olanı, güzel olanı düşünmeye başlar. Vur davulcu, vur kardeşim! Kim bilir, belki biz de hayalleri paylaşmaya başlarız.